Kullanıcı mesaj:Yükselenyildiz

Vikipedi, özgür ansiklopedi

ÖLÜM KURTULUŞSA, ARA BENİ!...

Yüksel ÖNAÇAN

Uzattığın ellerin kaypak avuçlarca tutulup, kanı kuruyuncaya kadar istismar edildiyse ya da boşlukta asılı kaldıysa ve sen kendi güvenini kendi suratında bir şamar gibi hissettiysen, ara beni, birlikte ölelim ölüm kurtuluşsa...

Güvendiğin beyinlere açtığın beynin, şüphe içinde içi kir dolu tırnakları taşıyan parmaklarla deşelendiyse ve sen kendi beyninin ekinin tozundan rahatsızlık duymaya başlayıp çıkmazlar içinde boğuşuyorsan, ara beni, birlikte ölelim ölüm kurtuluşsa...

Ummanlardan hacimli anayüreğin, barındırmaktan haz duyduğun kalıcı canlarca terkedilmişse ve sen yüreciğinin gerçek kanı olan o canları tüm dua, yakarı ve telepatiyle tekrar yüreğini ısıtmaları için üç adım ötene getiremiyorsan; bu özlem beynini yeyip-bitiriyorsa, ara beni, birlikte ölelim ölüm kurtuluşsa...

Sevmeye ve sevilmeye susuz ruhunu ve vücudunu, sevmeye ve sevilmeye susuz olduğuna inandığın bir karşı cinse güvenle ikram ettikten sonra ruhunun ve vücudunun sömürüldüğünü görüp, beyninin de boş bir arı kovanı olduğuna inanıyorsan; ara beni, birlikte ölelim ölüm kurtuluşsa...

Düne kadar sımsıcak bakışlarına titrek meltem rüzgarı gibi karşılık veren dost bildiklerinin bakışı, bugün balık bakışına döndü ve sen insan bildiklerinin insanlıktan çok uzak olduğunu kavradıysan ve bunca zaman onlara verdiğin saniyelerin ömrünü bitirdiğine inanıyor da ölmede çare buluyorsan, ara beni, birlikte ölelim ölüm kurtuluşsa...

Aldatılmışlığın derin acısı gözlerinin önüne tavanda bir ip, mutfakta bir gaz, duvarda bir priz, rayda bir tren, yolda bir kamyon, vadide bir su getiriyorsan ve sen son kararını vermişsen, ara beni, birlikte ölelim ölüm kurtuluşsa ...

BOZÜYÜK’TE ARGENO BAR

Yüksel ÖNAÇAN

Bozüyük’teki Argeno Bar’a girmeme sebep ne soğuk bir bira, ne de iki duble rakı değil, açık kapısından gördüğüm tavanda asılı eski bir araba tekeriydi. Avrupa’da görev yaptığım sıralarda, aynı at arabası tekerleri çeşitli yerlerin dekorunu tamamlıyordu.

Bir masaya oturduğumda, araba tekerinin nostalji simgesi olarak tek olmadığını gördüm. Kömür ütüsü, gazocağı, gemici feneri, petrol lambası, Orion marka lambalı radyo, sepet, laba, boyunduruk, yayık, matara, dolma av tüfeği, av hayvanı post ve boynuzları, hamut, semer, semer testeresi, kirman, yün çorap, bakır kaplar ve duvarlarda hasırlar...

Tümü kırk beş metrekare olan bu küçük bara bu kadar çok şeyin nasıl sığabildiğini, hem de herşeyin nasıl sığabildiğini, hem de herşeyin hiçbir rahatsızlık vermeden yerli yerine konabildiğini görmeden anlamak olası değil...

Bir ara bu kadar eski eşyanın ortasında kendinizi buluvermek sizi müzayede salonuna girip girmediğiniz konusunda şüpheye düşürebilir ama, kibar garson istediğinizi sorduğunda, müzayede salonunun da olmadığınızı anlar, rahatlarsınız...

Onca antika eşyanın arasında serpiştirilmiş espiri dolu, iğneciyi, müşteriye yol gösterici (!) çerçeveler içerisindeki cümlelerle, dörtlükleri okudukça, ayrı ayrı kitapların özetini okumuş gibi oluyorsunuz.

“Çok çocuk yapın! Kişi başına düşen dış borç azalsın...” Yurdumuzdaki umumi tuvaletlerdeki problem orada da olmalı ki: “Lütfen tuvalete cigarettes atmayınız. Biz sizin kül tablanıza işiyor muyuz?” Bazen şu cümleyle kendinizi dinliyorsunuz: “Hatırlanmak yaşamak kadar tatlıysa, unutulmak, ölüm kadar acıdır.”

Kelimeleri ustalıkla kullanan şu dörtlüğün yazarını merak ediyor, alkışlıyorsunuz: “Ata vurdum belleme, Gir koynuma terleme, Her şeyim senin olsun, Benim kini elleme.”

Ve şu dörtlükteki, yazarının boş bıraktığı yere hangi kelimeyi yazmanız gerektiğini düşünüyorsunuz: “İnsan vardır insanın hası, İnsan vardır sefer tası, İnsan vardır sevesin gelir, İnsan vardır.... gelir.”

Vatanını ve işyeri sahibini kurtarmak için yapılan şu rica dikkate alınmaz mı?

“Bütçe hala açık... Vatanını ve Arif’i seven iki duble fazla içsin”.

“Kadın affeder ve unutur. Ama neyi affettiğini asla unutmaz.” sözcükleri size kalkmanız gerektiğini ifade eder gibi. Hesabı istiyor, ödüyor ve çıkışa yürüyorsunuz. Arif, arkanızdan temennide bulunuyor:

“Hayırlı işler, bol güneşler.”

GÖZLER YALAN SÖYLEMEZ

Yüksel ÖNAÇAN

Köprünün iki başını tutmuş şu iki dilencinin gözlerine ayrı ayrı baktığınızda, yanı başına serdiği kirli paçavraya yatırdığı bebeğini istismar aracı olarak kullanan kadının gözbebeklerindeki ışıltının hırsı, acımasızlığı, pek çok değerin kendisinde değil de başkalarında olmasını istediğini; ama diğer baştaki ihtiyarın gözlerindeki donuklukta, çaresizliğinden doğan ezikliği, utanmayı ve her şeye rağmen pek çok değerleri taşıdığını göreceksiniz.

Gözler, yalan söylemez....

Dördüncü kattaki ayyaş Musti’nin yer ve zaman gözetmeksizin karısını döverken gözlerinde budalaca bir kendini beğenmişlik; karısı Aynur’un ıslak kirpiklerinin gölgelediği yeşil gözlerinde de herşeye rağmen eşine- aşına olan bağlılığını göreceksiniz.

Gözler, yalan söylemez...

Yaşdaşları çocuk parkında kaydırak kayarken, elindeki bir sopaya geçirdiği sekiz-on simitle başı yana eğit bir heykel gibi dikilip kalan Mahmut’un gözlerinde, yaşdaşlarını kucaklayan bir sevgiyi görürken, o sevginin gölgesine uzanmış bir özlemi de göreceksiniz.

Gözler, yalan söylemez...

İki tek attıktan sonra çarşı-pazar dolaşmaya çıkan Sulu Abdi’nin çapaklı gözlerinde, her kadına-kıza baktığında şehveti, O’nun bakışını gören insanların da gözlerindeki nefret ve tiksintiyi göreceksiniz.

Ve Sulu Abdi’nin vahşi orkideye benzer karısının, pencereden sarkıp gelip-geçeni tararkenki gözlerindeki bakışı anlamak için okur-yazar olmaya gerek yok. Çünkü gözler, yalan söylemez...


POLİSİME

Yüksel ÖNAÇAN

Günaydın polisim... Güne kendin için başlamıyorsun, biliyorum. Dün son saatte verilmiş pasaportlar, sürücü belgelerin senin sıcak ellerini bekliyor. Trafiğe çıkmak için bekleyen araçların tescilleri senin imzana bağlı. Trafik keşmekeşliğinin çözümü için senin beyaz ellerin bir kelebek gibi uçmalı ki, yayalar-araçlar nefes alsın, can bulsun... Kumar, terör, uyuşturucu, fuhuş, hırsızlık, dolandırıcılık, mahkeme kapıları, ilah... Iyı günler polısım... Şu adresi bana tarif edebilir misiniz ?... Ankara yoluna nasıl çıkabilirim ?... Çocuğumu kaybettim. Yardımcı olabilir misiniz ?... Cüzdanımı çaldılar ?... Eşim beni aldatıyor... Kocam beni döğdü ?... Parktaki otomobilime çarpmışlar... Otomobilimdeki teybimi çalmışlar... Kızımı kaçırdılar !... Bana sarkıntılık etti !... Karım eşyalarımızı kaçırmış !... ...ilah... Iyı akşamlar polısım... Yan dairedeki komşularımız kavga ediyor. Rahatsız oluyorum !... Üst kattaki boş daireden sesler geliyor. Hırsız olabilir mi ? Kapının önünde iki sarhoş gürültü ediyor. Müdahale edemez misiniz ? Köprü altında bir yaralı mı, yoksa ceset mi var; bilemiyorum. Siz bakar mısınız ?... Bombalı pankart asılı, gelir misiniz ?... Caddede sürat denemesi yapanlar var !... Pavyonda kavga çıktı !... ...ilah...

Zihniniz açık, bileğiniz güçlü; GÜNÜNÜZ KUTLU, yarınlarınız mutlu olsun!...

ESKİŞEHİR DEDİKLERİ

Yüksel ÖNAÇAN

Bielefeld, Mayıs 2005

İki senedir görmediğim Eskişehir, tüm yerleşim alanlarıyla kendisini yenilemiş. Şehir, kendisini yenilemiş de, maalesef yaşayanlardan pek çoğu kendilerini yenileyememiş ve gördüğüm kadarıyla yenilememeye de niyetleri yok gibi.. O eski şehirde, ayçiçeği poşetleri ellerde birer buket gibi taşınırdı; yine taşınıyor. O eski şehirde, ekmekarası yiyeceklerin sarıldığı kağıtlar, içilen sigaranın izmariti ve de boşalan paketi rastgele atılıyordu; yine atılıyor. O eski şehirde, meşrubat kutuları, bira şişeleri parkları, bulvarları, hatta Porsuk’u süslüyordu(!), yine süslüyor. Şehir, kendisini yenilemiş de, ya ‘şeherli olduk galik’ diyen insanları...

* * *

“Almanya’ya götüreceğim, iyi paketle,” diyorum Köprübaşı’nda kahvaltılıklarıyla nam salmış bir işyerinin tezgahtarına aldığım hakiki(!)tereyağ ve hakiki(!) Erzurum kara kovan balını uzatırken.. Paketliyor. Öyle bir paketliyor ki, Almanya’daki evime döndüğümde karı-koca zor açıyoruz. Ve tadıyoruz ki, yağın yağlıkla, balın da ballıkla şekillerinin dışında hiçbir ilgisi yok. Türkiye’de basında okuduğum haberi eşime aktarmıyorum. “Yapılan kontrolde, piyasadaki bal diye satılan nesnelerin %80’i sahte çıktı.”

  • * *

Pasta ve dondurmasıyle meşhur, temiz bir pastahaneye girip eşimin siparişlerini tamamlamaya çalışıyorum. Ekmek kadayıfı, sarma, kestane şekeri,...vb.. . Teygahtara aldıklarımın uzun bir yolculuk yapacağını ve iyi paketlemesini tembihliyorum. Merak etmememi söylüyor. Ben, vitrinlerdeki tatlıların çeşitliğine hayranö bakarken O, üzerinde taa Almanya’ya kadar reklamlarını taşıyan poşeti bana uzatıyor. Bu siparişler, son siparişler ve artık yolculuğa başlayabilirim.. Poşetten eşimin eli şerbetli çıkıyor. Tüm tatlıların şerbeti, bulundukları kutuları beğenmemiş olacak, poşete akmış. Kestane şekeri, şeker olmaktan çok öte bir tad arzediyor.. Ayrıca o kadar uzun yolculukta her nasıl olduysa olmuş, paketlenen sarma, adı bile geçmedik tulumba tatlısına dönüşüvermiş. Paket karıimıitır diye düşünmek istiyorum; benden başka sabahın o saatinde börek alanların dışında müşteri yoktu. * * *

Eskişehir, ne o adamsendeci insanların ne de hiylebaz, ya da dalgın esnafın-tezgahtarın. Geleli hafta olmadı, özledim. Ve inanın Avrupa’da öyle kendisini yenilemiş, otururken, gezerken “İşte benim şehrim,” denilebilecek bir şehir yok. Yoksa bana mı öyle geliyor? Siz ne dersiniz?..



NER’DE ESKİ SEVGİLER

Yüksel ÖNAÇAN

Biz orta yaşlıların, eski sevgilere, sevdalara susamışlığı var. Bunu yaşamak değil, görmek; iki sevgilinin arasındaki bağı hissetmek ve onların ilişkilerine saygı göstermek istiyoruz.

Saygı ile baktığımız sevdalarda geçmişin o haz dolu titremelerini yaşamak istiyoruz.

Günün sevda dolu (?) şarkıları bizi – hançeri aşkınla ey yar, gönlüm üzre vurma hiç,- mısralarından çekip-almaktan çok uzak. Flörtten öteye gitmeyen, aşkı yakalayamayan kimselerin yazdıkları güfteler, yaptıkları besteler bizlere çok uydurukça geliyor...

Radyo ve televizyonda istediğim şekilde bir müzik bulamayınca kendimi tozlu, sararmış dosyalarımın arasına soktum. Elime yıllar öncesi gönderilmiş, kağıtları sararmış iki şiir geçti. Bir beste için yazılmamış. O günün yeni şiir anlayışı ile dizelenmiş. “EYLÜL GÖZLÜM” başlığını taşıyanı şöyle .

Bu saatler öldürecek beni,

Hani gözlerine benzettiğim, Şu grup vaktini Ve..... Yüzüme yüzüme rüzgarın çarpması yok mu? Düşüverir gözlerime gözlerinde İşte bu saatlerde En kahpe düşlerin ozanı olurum. Bu saatler öldürür beni. Sessiz, sensiz kaldırımları yürüyüşüm,kırık dökük. Yarım şarkılarım; lanetli haykırışlarım, parça parça dağılırda, Bulamam kendimi kaldırımlarda, Eylül gözlüm. Öpülesi ellerin; bu saatlerde okşuyordur.... Nimet bildiğim seni kimler paylaşıyordur !... Pişman duyguların tomurcukları var, içimden atamadığım eziklik. Oysa seni öyle seviyorum ki sevdam... Yetmez bu kelimeler Adını koyamadım eylül gözlüm. Artık ucunu bıraktım, beni bu saatler öldürür diyorum ya, Atın ölümü arpadan olurmuş. Benimki de bundan olsun....

Sevdaya dönüşmüş sevgi, tutkuya dönüşmüş sevda, kıskançlık ve ölümüne sevilen için nefes almak...

Bizlerin gözleri, kirliliklerin örttüğü sevgileri görmek için çok zayıflamış olmalı; göremiyoruz...


TÜRK AİLE YAPISI SALLANIRKEN

Yüksel ÖNAÇAN

“Bugünü dünün kısır döngüsü içinde olan insan, insan gibi yaşamamış ve yaşayamayacak olan bir canlıdır” diye ortaya felsefi bir düşünce atsak, sanırım bu felsefeye merakı olanlara iyi bir tartışma konusu olur.

Bu tartışma konusunu ben ortaya attığıma göre, kimse benim mantıksız bir tutucu olduğumu söyleyemez. Zaten yazımı sonuna kadar okuma zahmetine katlanırsa (magazin haberlerinden fırsat bulup) tutucu olmadığımı anlıyacaktır...

Toplum her türlü çalışmasını mutlu bir gelecek yaratma amacına yönelik planlamıştır. Ya da planlamak mecburiyetindedir. Sağlıklı toplumlar, yarının mutlu dünyasına gölge düşürecek gelişmelere karşı çıkar. Hiçbir ferdi vurdumduymaz, adamsendeci değildir.

Aptalkutuları, dışımızdaki insanların dünyalarını, bizim dilimizle konuşturup gözlerimizin önüne sereli beri, pekçoğumuzun yaşama tarzı, hayat görüşü değişti. Şeklen değişikliğe uğramamızın arkasından fantezilerimiz, daha bir renkli oldu...

Saçımızın rengini değiştirmemiz modaya uymuş olmak için değil, gönlümüzdeki prens ya da prensese beğenilmekten kaynaklanır oldu.

Kızımızın-oğlumuzun arka sokaktaki komşunun çocuğuyla çıkması öğünç kaynağımız oldu.

On yaşındaki, ilkokulda kızımız, sınıf gününde sahnede masumane şiirini okurken, ona yaptığımız makyajdan dolayı, kadınca göründüğü için gurur duyar olduk.

Kocasına pısırık dediği için kızımıza; karısına herkesin içinde şehvetle sarılıp öptüğü için oğlumuza alkış tuttuk.

Hayatını devam ettirebilmek için başka seçeneği yokmuş gibi vücudunu satan fakiri yasa ve toplum olarak yargılayıp cezalandırırken, sanatçı (!) ayağına yatıp babasız çocuk doğuran kızlarımızı magazin sayfalarının süsü yaptık... ....................... ....................... Bu sosyal sallantıların içinde ekonomik sallantıların olması da kaçınılmaz bir sonuçtu...

Kendimize göre entel tektek çiler yarattık. Eşimiz bizi çocuklarımızla sofrada beklerken, çocuklarımızın kitap-defter parasını biz alkolle takas edip-içtik.

Sorumsuzluğumuza kızan eşimiz, iki yakamızı biraraya getirmekten zaten yorulmuştu, o da ipin ucunu koyverdi. Vitrinlerde boy gösteren, iki ton kömür parasına satılan parfümlere merak sardı.

Eşinin tutumuna ve yokluğuna karşı direnen kadınlarımıza:”- boş veer, bu gençlik gelip geçicidir. Canı cehenneme. Hayatını yaşamana bak.” Diyen komşular, anneler türettik...

Çocuklarımızın BATI’nın yanlış yanlarını kopye etmelerine aşırı tolerans gösterdik.

Ve nesiller arasında, bir öncekinin aleyhine uçurumlar girdi...

Kendi kültürünü yeteri kadar alamamış bir milletin varabileceği sonuç, zaten farklı bir sonuç olamazdı...

Ama bu süratli toplumsal değişiklikler, kültür kirliliği toplumumuzun bireylerini demir tekerlekleri arasında ezmesin.

“kızını döğmeyen dizini döğer” atasözüne sırt çevirirken, birbirimizin mutluluğuna da sırt çevirmeyelim.

Tasada, sevinçte ortak diyen tanımlarımız varsa, BATI adına kesilecek faturaların vergilerini az ödeyelim.

Yeni nesil, yeni değişik değerler doğuracaksa, bu doğular hem kendilerine, hemde bir öncekilere sancı vermesin.

Türk aile yapısına hayran BATI ya, gülünç olmayalım. Onların bizim aile yapımıza özentiyle baktığı sırada bizim onları taklit etmemiz?

Bu kültür kirliliği bu denli süratli yayılırsa, doğumlar mutlaka sancılı olacaktır. Ne mi yapmalı?....

Toplumsal sallantılarımız, fırtınaya yakalanmış gemi gibi. Ben de o gemide olduğum içim başım dönüyor, midem bulanıyor. Ne yapılacağını bende bilmiyorum....

SEVGİLİLER GÜNÜ’NDE, SEVGİLİLERİME.....

Yüksel ÖNAÇAN

Bana, anamdan-bacımdan daha yakınsın. Tüm günüm seninle. Kederimi, neşemi seninle yaşayabilmenin verdiği güven; seni her daim kalbimin üzerinde taşımam, sana ne denli tutkun olduğumu göstermiyor mu? Sana her saniye sahip olabilmek için aşımdan-ekmeğimden kısıntı yapmıyor muyum? Seni atmak istesem de, atamıyorum; kanıma girdin...

Platine boyanmış kadın saçına benzer durumlarını içime çeker, kuğuya benzer boyunu tutar, hurmaya benzer filitreni hep öper, öperim... “-Öyle zor, öyle zor ki, seni içimden atmak...”

Milyonlar verip sahip olduktan sonra seni sokak ortasında bırakıp, yatağıma çekildiğime bakma sevgilim...

Beş çocuğumun mutfak masrafı kadar sana da ayırıp, mideni hep dolu tutmuyor muyum?...karıma, çamaşıra kullandığı deterjanı yarıya indirmesini, kalanını senin makyajına kullanacağımı söylemedim mi?...senin tozunu alırkenki hassasiyetimi, başka nerede gördün? Seni bir anahtarla, bir çiviyle çizecekler diye sabahlara kadar uykumun kaçtığını bilmiyor musun?...

At-avrat-silah üçgenini, araba-avrat-silah olarak değiştirmedim mi? “-Kıskanırım seni ben, sokaktaki çamurdan...”

O kadar çok isim değiştirmene rağmen izini kaybettiremezsin. İsmin Lira, Dolar, Mark, Frank ta olsa peşinden koşacak, nikahıma alacağım seni. Nikahıma aldıktan sonra da seni şişmanlatmak için kendim yemeyecek, içmeyeceğim. Kaybetmemek için de bir ömür boyu sana nikah yapacağım.... “-Aşığım sana, doyamıyorum...”

Üzerinde oturanla kaçıncı nikahını kıydın bilmiyorum. Ama ister hasır, ister meşin, ister maroken ol; ben de sevdalıyım sana...

Şu son sahibinden seni boşandırmak için olmadık çamurlar atacağım. Politikacılara, bürokratlara el oğuşturacak, iştakipçilerini görücü salacağım. Öyle sıcak, öyle hoş kucaklıyorsun ki insanı... “-Vurgunum sana...”

Herkesin aşık olduğu bu sevgililerden bizleri koparıp alacak bir karşıcins var mı? Onlar da aynı aşka duçar olduklarına göre, sevgililer günü, bizler için olmasa gerek... “-Bir tatlı hayal almaya geldik...”

UZAKTA BİR KADIN VAR

Yüksel ÖNAÇAN

Siz hem rejim yapıp, hem de gününüz için fırında pasta-börek yaparken, uzakta bir kadın var, bilmelisiniz...

İçi boşalmış un çuvalını, yere yaydığı bir yaygıya silkiyor. Tandırda yapacağı ekmeği bir lokma daha büyük yapabilmek için...

Siz baharda aldığınız elbisenizi modası geçti diye paspas bezi yapmak için parçalarken, uzakta bir kadın var bilmelisiniz... Üç yıl önce kaba ipliklerle diktiği pazen elbisesinin parçalanmış kol ağızlarını, etek uçlarını, bulabildiği bir pazenle yamamaya çalışıyor. Nasırlı elleriyle tuttuğu iğnesine taktığı ipliği kalın ve teğitler seyrek mi seyrek...

Siz yine modası geçti diye geçen yıl aldığınız çizmenizi çöpe atarken, uzakta bir kadın var bilmelisiniz...

Çapa dönüşü, sivri bir taşa çarpıp yırtılan lastik ayakkabısından çamur giriyor ve o, plastik poşetten kestiği bir parçayla çamurun beyaz ayak parmaklarına ulaşmaması için tıkaç yapıyor...

Siz her sabah yüzünüze envayi tür kremleri boca ederken, uzakta bir kadın var, bilmelisiniz...

Ateşli bir hastalık sonucu uçuklayan dudaklarına sürecek bir pürtük krem bulamadığından, kırık aynasına bakmaksızın, dudaklarına margarin sürüyor...

Siz hergün ithal malı şampuanla saçınızı yıkarken, uzakta bir kadın var, bilmelisiniz...

Saçağı kısalmış süpürgenin kaldırdığı tozlar saçlarını kirletmesin diye sımsıkı başörtüsünü bağlıyor. Öyle yapmasa biliyor ki, rafta duran yeşil sabun daha erken eriyip-tükenecek...

Siz gecenin geç vaktinde zindelikten uyuyamayıp, can sıkıntısıyla sıcacık salonunuzda volta atarken, uzakta bir kadın var, bilmelisiniz...

Sabah namazından beri çalışmasına rağmen işleri bitirememenin de verdiği bezginlikle, pamuk yorganına bürünmüş, ağırlığı döşeği delecek gibi...


ÖLÜM KURTULUŞSA, ARA BENİ!...

Yüksel ÖNAÇAN

Uzattığın ellerin kaypak avuçlarca tutulup, kanı kuruyuncaya kadar istismar edildiyse ya da boşlukta asılı kaldıysa ve sen kendi güvenini kendi suratında bir şamar gibi hissettiysen, ara beni, birlikte ölelim ölüm kurtuluşsa...

Güvendiğin beyinlere açtığın beynin, şüphe içinde içi kir dolu tırnakları taşıyan parmaklarla deşelendiyse ve sen kendi beyninin ekinin tozundan rahatsızlık duymaya başlayıp çıkmazlar içinde boğuşuyorsan, ara beni, birlikte ölelim ölüm kurtuluşsa...

Ummanlardan hacimli anayüreğin, barındırmaktan haz duyduğun kalıcı canlarca terkedilmişse ve sen yüreciğinin gerçek kanı olan o canları tüm dua, yakarı ve telepatiyle tekrar yüreğini ısıtmaları için üç adım ötene getiremiyorsan; bu özlem beynini yeyip-bitiriyorsa, ara beni, birlikte ölelim ölüm kurtuluşsa...

Sevmeye ve sevilmeye susuz ruhunu ve vücudunu, sevmeye ve sevilmeye susuz olduğuna inandığın bir karşı cinse güvenle ikram ettikten sonra ruhunun ve vücudunun sömürüldüğünü görüp, beyninin de boş bir arı kovanı olduğuna inanıyorsan; ara beni, birlikte ölelim ölüm kurtuluşsa...

Düne kadar sımsıcak bakışlarına titrek meltem rüzgarı gibi karşılık veren dost bildiklerinin bakışı, bugün balık bakışına döndü ve sen insan bildiklerinin insanlıktan çok uzak olduğunu kavradıysan ve bunca zaman onlara verdiğin saniyelerin ömrünü bitirdiğine inanıyor da ölmede çare buluyorsan, ara beni, birlikte ölelim ölüm kurtuluşsa...

Aldatılmışlığın derin acısı gözlerinin önüne tavanda bir ip, mutfakta bir gaz, duvarda bir priz, rayda bir tren, yolda bir kamyon, vadide bir su getiriyorsan ve sen son kararını vermişsen, ara beni, birlikte ölelim ölüm kurtuluşsa ...



YAŞLILARIMIZ

Yüksel ÖNAÇAN yuksel_onacan@hotmail.com

Zaman, zararlı ve yararlı şeyleri en iyi öğreten öğretmendir. Ne var ki, bütün öğrencilerini öldürür.

Zamanın bize en iyi öğrettiği şey eninde sonunda yaşlılıkla tanışacağımızdır. Ama biz bunu her aynaya bakışta, her yokuş tırmanışta hatırladığımız halde tanışmışlarla tanışmamakta ısrar etmekteyiz.

  • * *

Bir şehirde, bir ilçede, bir köyde tüm problemleriyle yapayalnız kalan ana-babaların, çocuk ve torunları yerine yılların aşındırdığı koltukları tercih etmesi, “-Çevresinden kopmak istemiyor,” demekle geçiştirilemez. İnsana çocuk ve torunlarından daha yakın bir çevre olamaz.

Horlandığını, dışlandığını en iyi sezen, zaman denilen öğretmeninden çok şey öğrenen yaşlılardır.

Doğup-büyüdüğü çevresinden ekmek parası için gurbete çıkan veya çocuklarının peşine düşerek kopup yeni bir ortama giren yaşlı, kendisinden çocuk ve torunlarına gösterdiği ilginin karşılaşıldığını göremeyince, yeni yüzler tanımanın yerine, hüzün dolu bir yalnızlıkla tanışmayı tercih etmektedirler.

İşte onca çocuk ve torun sahibi olmasına rağmen pek çok yaşlı kendisine en yakın olan, kan bağıyla çevresinden kopma lüzumunu hissetmektedir. Bu kopmayı oluşturan, yaşlı için pek çok sebep vardır.

Kalbindeki sevginin zerresine kadar hepsini çocuk ve torunlarına vermiş ama onlardan bunun karşılığını alamamıştır.

Tüm emek ve servetini onlara harcamış, karşılığında bir bayram sabahı bir tek mendil bulamamıştır.

Onca birikiminden onlara birşeyler aktarmak istemiş ama onlar dinlememiş, hatta onu yanlış düşünmekle suçlamıştır. ................................... ...................................

Ve böylece insanı yaşlılık, yaşlı da yalnızlığı kucaklamıştır...

  • * *

Sistemin billurlaştırdığı gözyaşlarını gözlük yapmış, o gözlüğün ötesinde yine kendisi gibi dışlanan yaşlıların yaşadığı huzur evlerini görmüştür.

Genelde aynı boşlukta sallanan huzur evinin yaşlı topluluğu içerisinde uzattığı elleri tutulmuş, üç-beş gün bu yeni ortam yaşlıyı oyalamıştır. Ama bir akşam yemeği sonrası, huzur evinin balkonundan şehrin ışık saçan pencerelerine baktığında, ne emeklerle yetiştirdiği çocuk ve torunlarının hayatlarına doladığı hayatı, çıkış noktasını bildiği bir ırmak gibi, akıp gitmiştir...

  • * *

Biz istemesek dahi, eninde sonunda yaşlılık bizi kucaklayacaktır.

Bu gerçeği kabullendikten sonra, yaşadığımızda nasıl bir ortamda yaşamak istiyorsak, yaşlılarımıza şimdiden o ortamı sağlamamız gerekmektedir. Yaşlılara duyarsız kalırsak, sitemin billurlaştırdığı gözyaşlarından gözlük takmamız kaçınılmaz olacaktır. Bilhassa anavatandan uzak şu ikinci yurt edinilen memlekette... 9.11.1994

YALNIZLIĞIN GÖLGESİNDEKİ HUZUREVLERİ

Yüksel ÖNAÇAN

Sitem edip terketmişliğin veya terkedilmişliğin acısıyla huzurevlerine sığınan yaşlıları kaçımız ziyaret ettik?...

Ziyareti boşverin; onların yaşamlarını yerinde incelemek için kaçımız gidip, gördük?...

Sevdikleri tarafından dışlandığını ama yine de onlara duyduğu özlemlerini dinleme ve onların yaşlı kişiliklerinde hayatın bir başka yönünü anlama düşüncesi kaçımızda uyandı?...

Bir evlat, bir torun, bir arkadaş özlemişle başını koyduğu yastığa sarılıp, onu gözyaşlarıyla ıslattığını kaçımız hayal edebiliyoruz?...

Bayraaaamdan bayrama üçümüzün-beşimizin, sırf objektiflere yakalanabilmek ve kendimizden söz ettirmek için gittiğimiz günlerin, onların belleklerinde ne denli önemli olduğunu kaçımız kavrayabiliyoruz?...

İnsan sevgisi olmayan bir toplumda hayvan sevgisinden bahsetmenin, hiçte çarpık olmayan gerçeği, bizim bu ilgisizliğimizle su yüzüne çıkmıyor mu? Ve bakımına milyonlarca lira verdiğimiz filanca cins köpeğimizi caddelerimizde kendimizle birlikte vitrinlerken utanmıyoruz mu?...

Öyleyse insan ve hayvan sevgisinden bahsetmeyelim.

Belirlediğimiz amaçlara ulaşabileceğimizi ne kendimiz ne de bir başkaları garanti edemez.

Ama eninde-sonunda hepimizin varacağı bir nokta var: YAŞLILIK

Ve yarınların bize ne kazandıracağı, neler kaybettireceğini de garanti edemeyiz. Sağlığımızı bir saniyede, mal varlığımızı bir imza atış sürecinde kaydedebiliriz.

Bu gerçekleri göre göre erkeklerimizin zamanlarını oyun salonlarında, kadınlarımızın –gün-lerde geçirmeleri, kendilerini sorumluluk almadıkları bir ortamda vitrine etmeleri, kendi yaşamlarına bile değer vermediklerini göstermiyor mu?

Kurumlar, sırf huzurevleri ve yaşlılar için bir birim oluştursa da, başvuruda bulunan insan değeri bilen insanları, nöbetleşe bu iş için organize etse iki taraf da mutlu olacak, niçin yaşamaları gerektiğini kavrayacaktır.

Biz zamanı yok ettiğimizi zannederken, zamanın bizi yok ettiği gerçeği, bizimle, bilhassa şu hayvan sevenlerle alay etmektedir.

Hayat çarkının hangi dişlileri arasında kalabileceğimiz hepimiz için meçhul değil mi?...

Geleceğimizdeki bir olasılığı görmek ve acı gözyaşlarını kurutmak için, haydi; huzurevlerine ve yaşlılara... 16.11.1994


YALNIZIZ

Yüksel ÖNAÇAN

Şu akıp giden insan selinin aceleciliğinin nedenini hiç düşündüğünüz oldu mu? Hatta kendi yaşamınızı günde birkaç dakika olsun değerlendirdiniz mi? Paranın, aşın-ekmeğin, makam ve itibarın, etrafındaki kalabalığın sizi tatmin etmediği için, tutku olmayıp da tutkuymuş gibi sarıldığımız bazı yaşam şekillerimizin altında yatan gerçeği görebildiğiniz oldu mu?

Kimimiz dünyaya okumak için gelmişiz gibi okuruz; hep okuruz.

Kimimiz içmezsek yaşadığımızı hissetmediğimizi sanır, hep şişeye sarılırız.

Kimimiz çocuklarımızın vermek istedikleri sevgiyi görmez, görmek istedikleri ilgiyi vermeden alelacele koşar iskambil kağıtlarının, hokey taşlarının başına çörekleniriz.

Kimimiz işimize olması gerektiğinden kat kat fazla ilgi gösterir, çok fazla çalışırız.

Kimimiz üç dernekte görev aldığımız yetmezmiş gibi, dördüncünün yönetimine girmek isteriz.

Kimimiz değişik arkadaş topluluklarıyla değişik günlere katılırız.

Kimimiz dünyaya çocuk doğurmak için geldiğimizi sanır, altı çocuktan sonda yedincisine hazırlanırız. .......................... ..........................

  • * *

Bu sözde tutkuların çoğunun, hatta hepsinin altında insan olarak ruhen doyumsuzluğumuzun, kendimizi yalnız hissettiğimiz gerçeğinin ta kendisinin yattığını itiraf etmek bizi küçültür mü?

Seyfettin Bey’in şu kalabalık arkadaş grubu arasında attığı kahkahalara bakmayın. Kendisini yalnız hissetmiyorsa, az sonra evine vardığında güvercinleriyle saatlerce yaşamını paylaşması niye?

Aynı şekilde Munise Hamın’ın saatlerce akvaryumun başında oturması?

Kenan Bey’in tüm ilgisini evdeki muhabbet kuşuna vermesi?

Dilek Hanım’ın on sekiz saat örgü örmesi?

Abdullah Bey’in gece yarılarına kadar hiçbir zaman sergilemeyi düşünmediği suluboya resimler yapması?

Yaşamak dururken yaşanılanı ya da yaşanılabiliri yazan yazarların sabahlara kadar tuşlara basması?

Yalnızız. Hayatı doyasıya yaşayacağımız bir eş, bir dost bulmak imkansız gibi.

Ama belki de bu yalnızlık duygusu yüzünden insanlar yaratıcı oluyorlar. Yalnızlık duygusunu bastıramayanlar, buluşlarıyla kendilerini tatmin ediyorlar. Tatmin olamayanlar da intiharı seçiyor. Ve bu, gelişmiş kabul ettiğimiz toplumlarda daha çok.

İçimizde hayatı gerçekten hayatmış gibi yaşadığını iddia edebilecek kaçımız var?

Hayat, “Ben yalnız değilim!” diyebilenler için hayattır. Yoksa çoğumuz kendimizi kandırıyoruz... 8.6.1994


BAŞIN YERE EĞİLMESİN

Yüksel ÖNAÇAN

Değirmende ağartmadığım kaşlarının altındaki feri kaçmış gözlerinle baktığında: Senin diktiğin fidanların meyvesini toplarken dallarını hoyratça kıran çocuklar senin geldiğini görünce: “Kaçalım, moruk geliyor!” diyorlarsa...

Genç kızlığa adım atmış torununu minicik eteğiyle misafirlerin karşısında daha dikkatli oturması için uyardığında O: “-Aman anne be? Bu da canıma yetti! Biraz daha köydeki oğlunun yanına gitsen!” diye hırçınlanıyorsa...

Oğlun, kaynana-kaynata derdi(!) çekmek istemeyen karısının peşine takılıp, çekip gitti ise ve bayramdan bayrama bile kapını çalmıyorsa...

Kızın, kocasına yular takamadığı için, kaynana-kaynata dırdırından bıkıp (?!), yanına iki çocuğunu da alarak, zaten yetmeyen emekli maaşının ısıtmaya çalıştığı evini –dul- sıfatıyla sık sık ziyaret (?) ediyorsa...

Emekli maaşını almak için ayda bir şehir merkezine gitmek üzere bindiğin belediye otobüsünde on üç yaşındaki bir ortaokul öğrencisi bile, bastonunla zar-zor ayakta durduğunu gördüğü halde yer vermiyorsa...

Askerden dönen oğlun, iş arayacağı yerde birahane birahane dolaşıyor (kendi deyimiyle anne olacak moruktan sızdırdığı paralarla) ve girdiği yatağı kusmukla dolduruyorsa...

Saatlerce sıra bekledikten sonra yanına girebildiğin doktor, özel muayenehanesinde seni daha bir özel (?) muayene etmesi gerektiğini söylüyorsa...

Başında siyah tek saçı, ağzında tek kişi kalmamış eşin, komşusu körpecik gelinlerle yarışıyor, kuaför kuaför dolaşıyorsa...

Başın yere eğilmesin; ekileni biçiyorsun... 22 Kasım 1993


NİÇİN YALNIZIZ?

Yüksel ÖNAÇAN

“YALNIZIZ” başlıklı yazınız beni çok etkiledi.” diye başlıyor, okurum mektubuna. Ve devam ediyor:

“.... Kırsal kesimden gelmedim. Hep kalabalık şehirlerde yaşadım. Çevrem dar denilemez. Maddi bir sorunum da yok. Kırk yaşı aştım, elliye dayandım. Bu zamana kadar çok geniş ilgi alanlarım oldu. Ama hiçbir alana saplanıp kalmadım. Şimdi de okumaktan başka saplantım yok. Bazen bu saplantıma da kendi kendime kızıyorum. “-Oku oku, ne olacak. Dünyada hep okumak için mi geldim” diye. Ama kitapların dışında bir şeye sarıldığımda, eninde-sonunda hüsrana uğruyorum.

Bir arkadaş... Bir kitap kadar ömrü olmuyor maalesef. Ben arkadaşlığı çocukluğumdaki gibi sanıyordum. İşim icabı çok gezdiğimden, yıllardır uzun süreli bir arkadaşlık kuramamış, arkadaşlık ettiğim yıllar lisede noktalanmıştı. O tatlı anıları şimdi uzatmak istedim ama, arkadaşlık kavramı, dostluk kavramı kişilerde farklılık kazanmış. Cömert davransan enayi, tutumlu davransan cimri olarak arkandan konuşuluyor. Değerlendirme hep maddeye göre yapılıyor. Kafa ve kalbini tatmin etmek için bir çift kelebek gibi ele uzanıyorsun; o elin tekini tuttuğunda diğeri cüzdanına uzanıyor. Dostluk, aşk... Hüsran...

Bir bahçe hazırlıyorum. Ellerim kabarıyor bel yaparken. Gübreliyor, çimlendiriyorum. Nadide çiçekler dikiyorum. Her sabah erkenden suluyorum. İlaçlıyorum. Gelip-geçen hayran hayran bakıyor. Ya da ben öyle sanıyorum. Bir sabah uyanıyorum bir çiçeğim, diğer sabah uyanıyorum bir gül ağıcım yerinden sökülüp götürülmüş ya da koparılmış. Mutlu olmak ve çevremi mutlu etmek için hazırladığım bu bahçeden dolayı mutsuz oluyorum...

Ve yine kitaplara dönüyorum. Yine de bir kitabı bitirdikten sonra dünyada insanların ne kadar yapayalnız olduğunu düşünüyorum. Aynı güzellikleri birlikte seyredebileceği, bir demlikteki çayı birlikte paylaşabileceği, yemek yerken ağzının kımıldamasından tiksinmeyeceği bir arkadaşı olması çok güzel bir şey olmalı.”

Okurumun sürüp giden mektubundaki düşünceleri çok güzel. –İnsan, kalbine diğer bir insanı misafir ederken çok düşünmeli diyorum, ben. Ve insanlardan hep doğruyu, güzeli beklenenin yerine –kötülüğü- beklemeyi alışkanlık haline getirirsek hem hüsrana uğramayız; hem de onlardan iyi bir davranış gördüğümüzde mutlu oluruz.

Farklı eğitim, farklı kafalar yaratır. Farklı kafalarında birbirlerini mutsuz etmeleri doğaldır. Birarada yaşamak zorunluluğunda olan toplumun devamlı sürtüşmesine sebep, eğitimde birlik ve beraberliğin sağlanamamış ve sağlanamıyor olmasındandır.

Bir milletin okulu farklı, basını, televizyonu farklı eğitim verirse fertler ne yapacaklarını, nasıl davranacaklarını bilemez. Bilemeyince, üç gün yurt dışında kalıp, oranın kültürünü alıveren (?) dümbüklerin sergiledikleri yaşam tarzlarına özenir ve bu kargaşa sürüp gider.

Yalnız kalmamıza sebep işte bu farklardan dolayıdır. Konu uzundur ve benim buradaki köşeme sığmaz.

Ve ben, yalnızlar topluluğunu seviyorum... 18.06.1994