Kur'an
Vikipedi, özgür ansiklopedi
İnanç Esasları |
Allah'ın Birliği - Tevhid Melekler • Kitaplar Peygamberler • Ahiret Kaza ve Kader |
Temel İbadetler |
İnancın Açıklanması Namaz • Oruç Hac • Zekât |
Önemli Kişiler |
Muhammed |
Metinler, Tarih ve Sistem |
Kur'an • Hadis • Şeriat İslam hukuku • Teoloji Muhammed'in Hayatı Mekanlar • İslam felsefesi |
İslam'daki mezhepler |
Siyasi mezhepler İtikadi mezhepler Fıkhi mezhepler • Sufizm |
Toplum |
Sanat • Mimari Bilim • Takvim Dini Kişilikler İslam'da Kadın Politik İslam • Cihad Liberal İslam |
İslam Portalı |
Konu başlıkları |
[değiştir] Giriş
Kur'an Kur'ân, Qur'an, Qur'ân, Qur'aan (Arapça:قرآن qur'aan) Kendi içindeki ayetlere göre içinde bulunduğumuz âlemin/evrenin(cosmos) kutsal kitabıdır. Müslümanlar Kur'an'ın vahiy meleği Cebrail aracılığıyla Hz.Muhammed'e vahyedilmiş doğrudan Allah'ın kelamı (sözü) olduğuna inanırlar. Müslümanlar Allah'ın daha önce peygamberlere bazı kutsal kitaplar ve suhuf/sayfalar vahyettiğine (Tevrat Zebur ve İncil gibi) ama bu kitapların ortada olmadığına, ancak Tevrat'ın bir kısmının elde olduğuna hahamlarca, papazlarca, tefsircilerce, şeriatçilerce-fıkıhçılarca yazılan kitapların - ayetteki ifade ile "kendi elleriyle yazdıkları" - tahrif edildiğine inanırlar. Onlara göre tahrif edilmemiş tek kutsal kitap Kur'an'dır ve hiçbir zaman da tahrif edil(e)meyecektir.
Müslümanlar Kur'an'ı´, Kur'an-ı Kerim, Mushaf-ı Şerif, Kitabullah, Kitab-ı Kerim, Kelam-ı Kadim, Furkan, Tenzil veya sadece Kitap olarak da adlandırırlar.
[değiştir] Etimoloji (Kökenbilimi) (İştiqaq اشتقاق)
Kur'an sözcüğü Arapça ya QRE (qare'e) /kare'e" ("okudu") sözcüğünün sülasi (üç harfli kelime kökü sistemine göre) mastarıdır. "Okumak", "okunan" "okuyuş" "okuma" anlamlarını ifade eder, ya da gene " QRE (qare'e) /kare'e (" birkaç nesneyi biriktirip birbirine kattı-ekledi, derledi" sözcüğünün sülasi mastarından "birbirine katmak, eklemek, derlemek" "birbirine katılmış, eklenmiş" " ekli, katlı-katlanmış, derli" anlamlarını ifade eder.
[değiştir] Tanım
Kur'an'ın şimdiki durumu ile dizilmiş haline Habeşçe bir kelime ile "Mişhaf >>> Mushaf" denir, bu diziliş Hz. Osman halife iken toplanan Kur'an Hey'eti'nin Kur'an'dan olmayan bütün yazılı nesneleri imha edip, geri kalanını bırakmaları, geri kalanları da Hz Osman'ın vezirinin dizmesinden ibarettir. Bu dizilişe göre Kur'an 114 adet sure bölümden oluşur. Sureler genellikle surenin içerdiği ayetlerin konulardan birine göre verilen Arapça isimlerle anılırlar. Sureler kronolojik bir sırada düzenlenmemiştirler (nüzul/iniş sırası) bunun yerine genelde kabaca uzunluğun azaldığı bir sıraya göre yerleştirilmiştirler. Yaygın hatanın aksine elde bulunan Mushaf Kur'an, 6666 değil, 6346 ayet barındırır. Bu ayetlerin sayısı, Kur'an bir şiir metni gibi yorumlanmasından kaynağı alıp, kafiyeye göre belirlenmiştir.Kur'an içindeki ayetlere göre her şeyin ayrıntılı açıklaması olduğunu yazar.
Kur'an'ın bütün metnini ezberleyen ve uygun şekilde (tecvid) okuyabilen kişiye hafız denir. Hz.Muhammed ilk hafız olarak kabul edilir. Kur'an'ı uygun bir şekilde ve güzel bir tutum ve sesle okumaya tilavet denir. Müslümanlar günlük ibadet olan namazı kılabilmek için Kur'an'dan en azından küçük bir kısmı (ayet) ezberlemek, bilmek zorundadırlar. Müzzemmil Suresi 73/20'de "Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun, salatı ikamet edin/namazı kılın "
Müslümanlara göre Kur'an son İslam peygamberi Muhammed'in mucizelerindendir. Dil bakımından da Kur'an çoğu akademisyene göre Arapça'nın en güzel örneğidir.
Rivayete göre Muhammed SS (Salat Selam)'ın arkadaşlarından (ashabından/sahabelerinden) ilk halife Ebu Bekir hurma yaprakları deri ve kemik üzerlerine yazılı olan Kur'an ayetlerini saklar sonra da toplardı. Bu ayetler bir ciltde toplanırdı. Bunu yine arkadaşlarından ikinci halife olan Ömer'in kızı ve Muhammed SS'ın okuma-yazma bilen tek eşi Hafza/Hafsa muhafaza etmişti. Bu mushaf, Hafza Yesrip'te (Medine) öldüğünde vali Mervan bin Abdilhakem tarafından Hafza'nın evinden aldırtılıp imha edildi.
Kısaca Kur'an şöyle tarif edilebilir:
Allah, tarafından İslam dininin peygamberi (nebi) ve son peygamber (hatemü l enbiya) Muhammed'e Arapça olarak indirilmiş, bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş, mushaflarda yazılı, Fatiha Sûresi "ikra" ile başlayıp aslında Nasr Sûresi sonu olan ama eldeki Mushaf'a göre Maide Suresi 5/3 içine yerleştirilmiş "Kâfirler bugün sizden dininiz hakkında ümitsizliğe kapılmışlardır artık onlardan haşyet etmeyin, benden haşyet edin. Bugün size dininizi ikmal ettim/kabaca, anahatları ile olgunlaştırdım, size ni'metimi itmam ettim/anahatları ile tamamladım, sizin için bir din olarak islama razı oldum " ile sona eren kelâmıdır.
[değiştir] İlk ve Son Ayetleri
Kur'ân-ı Kerim'in, Muhammed'in risaletinin başında ilk 'inen' âyetleri şunlardır: "Yaratan Rabbinin adıyla oku, O insanı bir asılıp tutunandan yarattı, oku! Rabbin, kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren en büyük kerem sahibidir, nun/nokta ile kalem/çizgi ve satırladıkları/yazdıkları" (Alak, 96/1-5 Kalem, 68/1). İlk inen âyetlerin inananları okumaya, öğrenmeye, yazmağa ve araştırmaya çağırması ilim için büyük teşvik mesajı taşır. Kur'ân'ın son inen âyeti de şudur: "Kâfirler bugün sizden dininiz hakkında ümitsizliğe kapılmışlardır artık onlardan haşyet etmeyin, benden haşyet edin. Bugün size dinizi ikmal ettim/kabaca, anahatları ile olgunlaştırdım, size ni'metimi itmam ettim/anahatları ile tamamladım, sizin için bir din olarak islama razı oldum " (Mâide, 5/3).
İslâm'ın kutsal kitabının özel adı olan Kur'an kelimesi, Allah tarafından 58 âyette kullanılır. Ayrıca "kur'an" "okunan,okuyuş, okuma" "ekli, katlı,derli" anlamında özel ad olmayarak 12 ayette ( Yusuf 12/2, Ra'd 13/31, İsra 17/106, TaHa 20/113, Zümer 39/28, Fussılet 41/3,44; Şura 42/7, Zuhruf 43/3, Cin 72/1, Kıyamet 75/17,18). "Biz var ya Biz onu okuyup akletmeniz için anlaşılır-sade-arı bir okuyuşla/okunuşla indirdik" (Yûsuf, 12/2).
"Kur'anı okuyacağında/okuduğunda kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığın (euzü bILlahi mine şe şeytan ir racim) de" (Nahl, 16/98).
"Kur'an okunduğunda/okununca onu işitin de durup düşünün ki merhamet olunasınız" (A'râf, 7/204). "Bu Kur'an, insanlara yolu gösterir, o değişmez yoldur, unat-düzgün çalışan-iş yapan inananları onlar için olan kerim bir ecir ile müjdeler."(İsrâ, 17/9).
"Kur'an'dan indirir/indiriyor/indirecek olduklarımız, inananlara şifa ve rahmettir..."(İsrâ, 17/82).
Ayrıca kimi ayetlerde Kur'an'dan bahsederken "hüve" denmiştir, bu sözcük Arapça'da eril/müzekker/masculine/male tekil üçüncü kişi adılı "o" dur. Kur'an'da "Kur'an" kelimesi özel ad olarak erkek sözcük sayılmıştır.
Fıkıh Şeriat İslâm hukukunda Kur'ân için daha çok "Kitap" ismi kullanılır. Birçok âyette "el-Kitâb" kelimesinin Kur'ân-ı Kerîm anlamında kullanıldığı görülür:
"Elif. Lâm. Mîm. İşbu içinde kuşku olmayan Kitap'tır müttakiler/Allah'tan korkan başkasından korkmayanlar için bir yol göstericidir" (Bakara, 2/1,2).
Bundan başka çeşitli âyetlerde Kur'ân için başka isimler de kullanılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: el-Furkân (Furkân, 25/1), ez-Zikr (Hicr, 15/9), en-Nûr (Nisâ, 4/174), er-Rûh (Şûrâ, 42/52)
[değiştir] Kur'an'ın Toplanması
Ashab-ı Kiram (Muhammed SS'ın değerli arkadaşları anlamında Arapça bir tamlama), Muhammed'in sağlığında Kur'an'ı yazmamıştır. Muhammed SS'ın öldüğü sırada 100 bin küsür arkadaşları içinde okuma-yazma bilenlerin sayısı yalnızca 33 kişi idi, okuma-yazma oranı 10 binde 4 idi. Hafızların sayısı ise yaklaşık 20 idi. İnen her âyeti bizzat peygamber tarafından okuma-yazma bilen 33 kişi içinde bulunan vahiy katiplerine okunur, onlar da yerlerine yazarlardı. Ancak Hz.Muhammed, nâzil olan âyetlerin ashabı tarafından ezberlenmesini yeterli görmemiştir. Çünkü onları ashabından ne kadar çok kimse ezberlemiş olursa olsun, hafıza, daima unutkanlık illetine maruz kalabilecek olan bir yetenektir ve belirli bir zaman için çok güçlü olsa bile, sonradan bu gücünü ve dolayısıyla güvenilir olma vasfını yitirebilir. İşte bu sebeble Hz.Muhammed, vahyi ezberleyenler yanında, onu bir de yanlışsız olarak yazabilecek kâtipler edinmiş ve kendisine bir âyet nazil olduğu zaman, onu bu katipler aracılığıyla yazdırmıştır.
Kur'an-ı Kerim, Hz.Muhammed peygamberin devrinde bizzat vahiy meleği ve nebinin birbirlerine karşılıklı okumaları ve de sahabilerin ezberlemesiyle korunmuştur. Ancak Hz.Peygamber'in sağlığı müddetince devam eden vahyin bütün bir kitapta toplanmasına imkân yoktu. Çünkü vahyin Hz.Peygamberin ölümüne kadar devam ettiği bilinmektedir. Peygamber'in vefatından iki gün öncesine kadar devam eden vahiy Onun vefatıyla son buldu. Böylece Kur'an inen son âyetle tamamlanmış oldu.
Kur'an sureleri bazen bir bütün olarak bazen de bölümler halinde indirildi. Bazı sûreleri Mekke'de inmesi dolayısıyla "Mekkî", bazıları Medine'de indirildiklerinden "Medenî" diye nitelendirilmiş ve 22 yılda tamamlanmıştır.
Vahyedilen bütün sûrelerin hafızlar tarafından ezberlenmesi, kemik, tahta, papirüs, deri ve kiremit inceliğindeki pişirilmiş tuğlalara vahiy katiplerince yazılmak suretiyle korunmuştur.
Hz.Peygamber'in vefatını takip eden Yemâme savaşlarında 70 kadar hafız (kurrâ)'ın şehid düşmesi müslümanları telâşa düşürmüştü. Ashabdan Ömer de hafızların toplanması için dönemin halifesi Ebu Bekir'e başvurarak konunun görüşülmesini istemişti. Bunun üzerine Ebu Bekr, Zeyd İbn Sâbit başkanlığında toplanan Abdullah b. Zübeyr, Sa'd b. Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Haris b. Hişam'ın da bulunduğu büyük bir komisyon tarafından Kur'an sahifeleri bir araya getirildiği iddia edilir. Bu Mushaf, Muhammed'in eşlerinden Ayşe'nin evinde, Ayşe Sıffin Savaşı'nda bu mushafı Amir bin El-As'a verip de o da savaşta bunu mızraklar ucuna takarak heder edinceye dek Ayşa'nın evindeki yüklükte durur.
Üçüncü halife Osman zamanında hafız ve vahiy başkatibi olan Yemen'li Arap olmayan Zeyd b. Sâbit, elinde yazılı Kur'an metni olan herkesin bu metinleri getirmesini ve getirirken de ellerindeki metinlerin bizzat Muhammed'den yazıldığına dair iki güvenilir şahid gösterilmesi istendi. Osman toplanan bu kurula "Zeyd ile imlada anlaşamazsanız, Kureyş'e göre yazın" emrini verdi, bu yüzden elimizdeki Mushaf, Mekke-Kureyş şivesinin imlası ile yazılıdır. Böylece bütün metinler toplanarak bir araya getirilmiş ve halife Osman'ın vezirine teslim edilmiştir. Daha sonra vezir ve belirlerdiği kişilerce Kur'an-ı Kerim'in aslî nüshaları devletin 4 eyaletine gönderilmek üzre 4 nüsha yazılmıştır. Zeyd b. Sâbitin katkılarıyla ortaya koyduğu bu aslî nüshaya "İmam Mushaf" adı verilmiştir. Abdullah b. Mes'ûd'un teklifiyle iki kapak arasında "İmam Mushaf" üzerinde yapılan danışma ve görüşmeler sonucunda bunun üzerinde her hangi bir noksanlık görülmemiş ve güvenirliği konusunda ittifak sağlanmıştır. Böylece Kur'an her hangi bir tahrifata uğramadan "Mushaf" haline getirilerek aynı mushaftan çoğaltılan mushafların ana kaynağını teşkil etmiştir. Mushaf adı Yemen'li Arap olmayan Abdullah bin Mes'ud'un teklifi ile Habeşçe Mişhaf kelimesi olarak kabul edilmiştir.
Ömer devrinde Kur'an öğretimine hız verildi. Gerek Medine'de gerekse sınırları günden güne genişleyen İslam Devletinin diğer merkezlerinde en sıhhatli kaynak olan hâfiz sahabilerin öğretmen ve gözetmenliğinde pek çok hâfız yetiştirilmiştir. Fakat zamanla fetihlerin hız kazanması ve yeni fethedilen yerlerde ortaya çıkan kavim ve kabilelerin müslüman oluşu farklı şive ve lehçelere göre okuyuş ayrılıklarını ortaya çıkarmıştır. Bu durum M.648'de Ermenistan ve Azerbaycan fethinde Şamlı ve Iraklı askerlerin yan yana gelmesi ile farklı okuyuşların su yüzüne çıkmasını sağladı. Bu tartışma ortamının daha fazla büyümesine engel olmak için Huzeyfe b. Yemân, Halîfe Osman'a başvurarak bu durumun düzeltilmesini, ihtilafın ortadan kaldırılmasını istedi. Bunun üzerine Halife Osman, Muhammed peygamberin diğer ashabı ile de istişare ederek, İslâm dünyasında yalnızca Ebu Bekr'in emriyle derlenmiş olan onaylı Kur'ân mushaflarının kullanılmasını ve bir başka lehçe yahut ağız ile yazılmış tüm diğer nüshaların kullanılmasının yasaklanmasını kararlaştırdı. Osman bir önlem olarak da gelecekte herhangi bir kargaşa yahut yanlış anlamaya meydan vermemek için başka tüm yazılı nesneleri yaktırarak ortadan kaldırma yoluna gitti. Ebû Bekir zamanında yazıları İmam Mushaf, Ömer'in ölümünden sonra kızı ve Muhammed peygamberin hanımlarından olan Hafsa'ya geçmişti. Bu nüsha Hafza ölünce vali Mervan bin Abdülhakem tarafından imha edildi.Osman zamanında çoğaltılan mushafların yedi nüsha olduğu söylenir (Muhammed Hamidullah, a.g.e., II, s.763). Bunlar Medine, Mekke, Şam, Kûfe ve Basra'ya gönderilerek müslümanlar arasında çıkabilecek farklı okuyuşlar önlenmiş oldu. Hatta Ali'nin Osman için "Eğer Osman Kur'an'ın tek kitap halinde toplatılarak çoğaltılması işini yapmasaydı ben yapardım" dediği bilinmektedir.
Osman tarafından değişik vilâyet merkezlerine gönderilen nüshalar asırların geçmesiyle kayboldu. Günümüzde halen onlardan bir tanesi İstanbul Topkapı müzesinde; bir diğer tam olmayan nüshası Taşkent'te bulunmaktadır. Çarlık Rus hükümeti onun faksimile ile reprodüksiyonunu (fotoğraf veya fotokopi ile tam kopyasını) yayınlamıştır. Şu anda dünyanın her yanında okunmakta olan Kuran'larla Topkapı ve Taşkent'teki mushaflar arasında Kur'an'ın Osman'ın emri ile Mekke-Kureyş şivesiyle yazılması yüzünden kısmi şive farkları, imla farkları, harflere nokta konması, ünsüzleri okutan ünlüler /harekeler konması dışında fark yoktur. (Muhammed Hamidullah, İslam'a Giriş, Ankara, t.y, s.41; Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, s. 763).
Ebû Bekr'in (ö. 13/634) halifeliği sırasında Kur'an-ı Kerîm toplanıp iki kapak arasında kitap haline getirilince, uygun bir isim aranmış, Abdullah b. Mes'ud'un (ö.32/652) "Habeşistan'da bir kitap gördüm, ona Mişhaf, Mushaf adını vermişlerdi" demesi üzerine, halife tarafından bu isim uygun bulunmuştur (Celâleddin es-Süyûtî, el-İtkân fi Ulûmi'l-Kur'ân, terc. Sakıp Yıldız, H. Avni Çelik, İstanbul 1987, I, 124). Mushaf; sayfalardan meydana gelmiş kitap anlamına gelir.
[değiştir] Kur'ân-ı Kerîm'in Düzeni
Kur'an 23 yılda parça parça indirilmiştir. 13 yıl kadar süren Mekke döneminde inen âyet ve sûreler daha çok İslâm inanç ve ahlâkı ile ilgili konuları kapsar. Allah'ın birliğine, meleklere, peygambere, kitaplara ve âhiret gününe iman gibi. Âdem'den beri gelen tevhid inancı işlenir. Allah'a ortak koşma ile mücadele edilir ve kıyamete değin Allah'a ortak katan mü'min-müslim-kafirlere tevhid inancından ayrılmış olan atalarının bu yanılgısı şöyle ifade edilir: "Onlara; Allah'ın indirdiğine uyun, denilince, hayır biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız, derler. Ya ataları bir şeye aklı ermeyen ve yola gelmemiş kimseler idiyseler?" (Bakara, 2/170). " Onlara, Allah'ın resule indirdiğine gelin dendiğinde, bizim hesabımız/sandığımız şudur ki atalarımızı üzerinde bulduğumuzdur dediler, ya ataları bir şey bilmeyenler ise ve yola gelmemişlerse? " (Maide 5/104).
Allah, Kur'ân-ı Kerîm'in, Âdem'den itibaren devam eden vahiy zincirinin devamı olduğunu da açıklar: "Biz var ya Biz, Nuh'a ve ondan sonra gelen nebilere/peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, Esbat'a/Sıptlar'a, İsa'ya, Eyyûb'a, Yunus'a, Hârun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Dâvud'a Zebûr'u verdik" (Nisâ, 4/163)
Medine'de inen âyet ve sûrelerde daha çok hukuk kuralları yer almıştır. Aile ve devletin tanzimi, insanların birbiriyle veya devletle olan ilişkileri, anlaşmalar, barış ve savaş durumları bu âyetlerde açıklanır. Çünkü MS.622 tarihinden itibaren artık Medine'de bu hükümleri uygulamak için yeterli güce sahip bir İslâm Devleti oluşmuştu. Bu Yönetim'in başında da Allah'ın elçisi Muhammed bulunuyordu.
Allah hafifinden ağırına doğru bir yol izleyerek hükümler gönderiyor, resûlüllah ve ashabı bunları geciktirmeksizin uyguluyordu. Kur'an dilini bilmeleri, namazlarda, mescid içinde ve dışında okunan sûre ve ayetleri anlamalarını kolaylaştırıyordu. Bu devrin özelliği; iyi ve yararlı olanı almak, kötü ve zararlı olanı kaldırmak şeklinde özetlenebilir. Yükümlülükler birden ayrıntılarıyla gelmemiş, zamanla tamamlanmıştır. (bk. Bakara, 2/219; Nisa, 4/43; Mâide, 5/90-91)
Kur'an'da de yer alan hükümler insanların gücü yeteceği ölçüdedir. Ayette şöyle buyurulur: "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez." (Bakara, 2/286)
Hükümlerde başka bir özellik de kolaylık prensibidir. "Allah size kolaylık murad eder, size güçlük murad etmez" (Bakara, 2/185, ayrıca şu ayetlere bakınız: Bakara, 2/286, Âli İmran, 3/159, Hac, 22/78)
Kur'an'ın parça parça inişi uygulamayı kolaylaştırıyordu. Diğer yandan, bu sayede, gelen ayetler ezberlenip, alışkanlık meydana geliyor, kalblere yerleştiriyordu. Müşrikler Kur'an'ın bir defada inmesi gerektiğini söyleyerek eleştiri yönetilince, kendilerine yüce Allah şöyle cevap verdi: "İnkar edenler; Kur'an ona bir defada indirilmeliydi, derler. Halbuki biz onu böylece senin kalbine yerleştirmek için azar azar indirir ve onu ağır ağır okuruz" (Furkan, 25/32)
Ayetlerin olaylar üzerine inişi, tam ihtiyaç sırasında gelişi, toplumda gerekli etkiyi göstermesine yardımcı olmuştur. Bu yüzden, ayetlerin iniş sebepleri (esbab-ı nüzul). Kur'an tefsirlerinde önemli bi alt yapı oluşturmuştur.
Kur'an'ı gerek Mekke ve gerekse Medine döneminde peygamberden bir vahiy katipleri grubu yazmış ve bu yazılanları sahabeden yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluk ezberlemiş, böylece her devirde yalanda birleşmesi düşünülmeyen topluluklar birbirlerinden naklederek, hiçbir tahrif ve değişikliğe uğratılmadan, ilave ve eksiklik yapılmadan mushaflara yazılı ve hafızalarda kayıtlı olarak bize kadar ulaşmıştır. Tevatür yoluyla nakil, nakledilenin doğruluğu konusunda İslam bilginleri arasında hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Bu prensip gereğince Ebu Bekir'in halifeliği sırasında Kur'an toplanırken tevatür derecesini bulmayan Abdullah b. Mesud'un kendisinin daha iyi anlaması için açıklayıcı olarak koyduğu bazı ifadeler komisyonca metne eklenmemiştir. Bunlardan birisi de yemin ile ilgili; "Bunları yapma imkânını bulamayan kimsenin üç gün oruç tutması gerekir." (Maide, 5/89) âyetinin devamında "mütetâbiat (peşpeşe)" ilavesidir. Yine Abdullah b. Mes'ud'un annelerin nafakası ile ilgili: "Mirasçı da (yukarıda) belirtildiği şekilde (nafaka ile) yükümlüdür." (Bakara, 2/233) âyetindeki "mirasçı hakkında "zi'r-rahimil-mahrem (evlenilmesi yasak olan yakın hısımlardan olan) şeklinde ilâve taşıyan kıraati de Kur'an'dan sayılmaz.
Tevâtür derecesine ulaşamayan bu gibi kıraatlerin hukukçular için delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Hanefilere göre, bu kıraat şekillerini nakleden sahabe bunu ya Muhammed'den işitmiştir veya kendi görüşü ve ictihadı olarak ifade etmiştir. Bunun, en azından Allah'ın kitabını tefsir için vârid olmuş bir sünnet olduğu açıktır. Sünnetin hüküm kaynağı olduğunda ise şüphe yoktur. İşte bunun bir sonucu olarak Hanefîler yemin kefâreti olarak tutulacak orucun peş peşe üç gün tutulmasını gerekli görürler Şafii, Maliki ve Hanbelilere göre ise, mütevatir olmayan Kıraatler ne Kur'ân ve ne de sünnet sayılmaz ve hüküm çıkarmada delil olarak da kullanılamaz (Zekiyuddin Şa'ban, a.g.e., s.47, 48).
Kur'ân-ı Kerîm bir benzeri yazılamayan, en üstün edebiyat ve üslûp özelliklerine sahiptir. Âyetlerde bu özellik şöyle dile getirilir: "Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğiniz Kur'an'dan şüphe ediyorsanız siz de bunların benzeri bir sûre getirin. Bu konuda Allah'tan başka şahidlerinizden de yardım isteyin. Eğer doğru söyleyenlerden iseniz, bunu yapın" (Bakara, 2/23) "Yoksa onu (peygamber) kendiliğinden uydurdu mu diyorlar?" De ki: "Öyleyse, eğer iddianızda doğru iseniz siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin. Bu konuda Allah'tan başka gücünüzün yettiği kim varsa onları da yardıma çağırın" (Yunûs 10/38).
Kur'an yalnız Araplar için değil, yeryüzündeki tüm insanları doğru yola iletmek için gelmiştir. Onun öğretileri cihanşümüldür. Âyette şöyle buyurulur: "Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik" (Enbiyâ, 21/107) Bu özelliği Kur'an'ın i'caz yönlerinin de evrensel olmasını gerektirir.
[değiştir] Kur'an'ın Anlaşılması
Alemlerin Rabbi Rahman ve Rahim olan Allah'a sonsuz hamd, Kur'ani ahlak sahibi Muhammed Mustafa'ya salat ve selam ile çok önemli, önemli olduğu kadar sorumluluğu bulunan konuya girmek istiyorum. Böylesine ağır bir yükü kaldırmaktaki cesareti tamamen Yüce Rabb'ime yönelip, dayanmakta buluyorum. Yardım O'ndandır ve en doğrusunu O bilir.
Kur'an-ı Kerim hem Müslümanları, hem de Müslüman olmayanları ilgilendiren, başka kitaplarla bir benzerliği bulunmayan, kendine özgü vahyi bir kitaptır. Kur'an-ı Kerim'in özellikleri okuyucunun O'nu anlaması bakımından çok önemli olmakla birlikte, burada ayrıca genişçe üzerinde durulmayacak, yeri geldikçe özetle değinilecektir. Bu noktada önemle şu olayı vurgulamak istiyorum: Kur'an, öğretim ve pratik olmadan kesinlikle anlaşılamaz. O halde; Kur'ani tedrisat, İslam toplumu için vazgeçilmez ve aralıksız sürdürülmesi gereken bir İŞTİR. Ne güzel bir iş (ibadet). Ücreti: Sonsuz mutluluk diyarında (cennet) razı edilmiş bir hayat. Bu girişten sonra, konu iki ana başlık altında işlenebilir:
- Kur'ani öğretimi (tedrisatı) kendisi için gerekli görmüş ve bu sürece girmiş kişide bulunması gereken özellikler.
- Öğretim süreci içinde izlenecek yöntem.
Kur'ani öğretimi kendisi için gerekli görmüş ve bu sürece girmiş kişide bulunması gereken özellikler:
Kur'an-ı Kerim üzerinde çalışan ve O'ndan öğrendiklerini hayatında uygulamaya gayret eden insanın Kur'an'ı anlayabilmesi ve kendisinde Kur'an doğrultusunda bir değişmenin meydana gelebilmesi için, o kişide bir takım özelliklerin bulunması gerekir. Başka bir deyişle inanç, düşünce ve davranış planında ön temel şartların yerine getirilmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Şimdi bu ön temel şartlara bağlı özellikleri maddeler halinde sıralamaya ve madde başlıkları ile ilgili gördüğümüz ayetler ışığında görüşlerimizi açıklamaya çalışalım:
1- Kur'an-ı Kerim'de verilen her hüküm, bildirilen her bilgi ve anlatılan her kıssaya kesin olarak inanmak:
Konu ile ilgili iki ayet meali alınmakla yetinilecektir.
"Ey inananlar, Allah'a, Resulü'ne, Resulü'ne indirdiği Kitab'a ve daha önce indirmiş bulunduğu Kitab'a inanın. Kim Allah'ı, melekleri, Kitablarını, Resullerini ve ahiret gününü inkar ederse o, muhakkak ki derin bir sapıklıkla sapıp gitmiştir." (4/136)
Bu ayette açıkça bir insanın mümin olma şartları verilmiştir. Kur'an-ı Kerim de inanan insanlar için anlaşılması gereken bir kitap olduğuna göre, kişi ilkin bu şartları taşımalıdır.
"Bu Kur'an insanlar için açık belgeler kesin olarak inanan bir kavim için bir hidayet ve rahmettir." (45/20)
Kur'an-ı Kerim, bu ayetten de kolayca anlaşılacağı gibi açıkça hedefini ortaya koymaktadır. Hedef; insanların önüne deliller koymak ve onların birinci ayetle (4/136) bildirilen şartlara göre inanmalarını sağladıktan sonra, Allah'ın hidayet ve rahmetine kavuşturmaktır.
2- Gerçekten inandıktan sonra Kur'an'dan öğüt almayı istemek:
Kur'an-ı Kerim inanan insanların bireysel ve toplumsal hayatlarında yön verme fonksiyonuna sahiptir. Bu nedenle Kur'an'dan alınan bilgi; öğüt ve yaptırım gücüne sahip bir kural hükmündedir. Bu kuralların açık ve anlaşılır olması önemlidir. Bir o kadar da kuralları öğrenip, uygulamaya çalışanların konuya yaklaşım tarzları ve niyetleri önemlidir. Öğretimde verilecek bilgiyi almaya hazır bulunmak, o bilginin kendisi için gerekli olduğuna inanmak ve aynı bilginin kendisi ile birlikte diğer insanlarla da ilgisinin bulunduğunu kabul etmek, etkili öğrenmeyi sağlar. Bütün bunlar gerçeklen Kur'an'dan öğüt alma isteği üzerine yoğunlaştırılırsa, Kur'an'ı anlamak kolaylaşır. Aslında zor olmayan Kur'an'ın anlaşılması bu şartlarda daha verimli olarak ortaya çıkar. Kur'an'da konumuzla ilgili çok sayıda ayet var, ancak buraya birkaç tanesini alacağız.
"Bu (Kur'an) insanlara bir açıklama, muttakilere rehber ve öğüttür." (3/138)
"İşte Rabb'inin doğru yolu budur. Biz öğüt alanlar için ayetleri geniş geniş açıkladık." (6/126)
"Ta.Ha. Biz bu Kur'an'ı sana sıkıntıya düşesin diye indirmedik Ancak korkacak kimselere bir öğüt olsun diye, yeri ve gökleri yaratan tarafından indirilmiştir." (20/1-4)
"Sana indirdiğimiz kitap çok mübarektir. O'nun ayetlerini aklı selim sahipleri düşünsünler ve öğüt alsınlar." (38/29)
"Andolsun biz, Kur'an'ı öğüt almak için kolaylaştırdık, öğüt alan yok mu?" (54/17,22, 32,40)
Bu ayetin bir sure içinde dört defa aynı şekilde tekrarlanması, vurgulamaya çalıştığımız konunun önemini anlatmaya yeter kanıttır.
3- Kur'an-ı Kerim'i her konuda kesin yol gösterici tanımak ve alınacak bilgileri uygulamak için Kur'an öğretimi yapmak:
Kur'an-ı Kerim'in muhatabı insandır. İnsan yeryüzünde önemli bir varlıktır. Çevresindeki diğer varlıklar insanın kullanımına verilmiştir, insan yetki ve sorumluluğu bulunan; düşünme, seçme, idrak etme gibi yeteneklere sahip bir varlıktır. Bu derece şereflendirilen insan bireysel ve toplumsal hayatında başı boş bırakılmamıştır. Allah Teala, insanlara kendilerini sürekli mutlu edecek, doğru yolu da Kitap ve Resul ile apaçık bir şekilde göstermiştir. Kur'an-ı Kerim'de, Resulü Ekrem Hz. Muhammed (s)'in risalet görevi ile insanlara yol gösterici bir kitap olarak gelmiştir. Resulü Ekrem (s) kendi sağlığında Kur'an-ı Kerim'i okumuş, okutmuş, anlatmış, kurallarını uygulamış ve daha sonra gelecek nesillere örnek bir hayat tarzı (sünnet) olarak bırakmıştır. Bugün biz, gerçekten Kur'an-ı Kerim'i Allah Resulü'nün gösterdiği biçimde tedris eder ve hayatımıza uygulamak istersek O'nu anlarız. En azından Müslüman olarak bizden istendiği kadarını anlarız. Ancak öğrendiklerimizi uygulamadaki kararlılığımız bunda önemli rol oynar.
Dikkat edilirse; burada Kur'an'ın anlaşılması tamamen niyet, istek, O'na inanmaktaki içtenlik planında gündeme getiriliyor. Konunun akademik yanına hiç değinmiyoruz. Yani meseleyi ilimler bazında incelemekten ziyade, öğrenilen ile amel etme derecesinde tutmağa çalışıyoruz. Böylece konumuzu bütün Müslüman kitleye (halka) yaymağa gayret ediyoruz. Bunu bu çalışmamızda özenle korumağa çalışıyorum. Diğerinde ise; meseleyi okul, sınıf gibi mekanlarda belli zümrelerle konuşmak ya da tartışmak gerekir. Bu da gereklidir ve yapılmalıdır. Kur'an'ın anlaşılmasında destekleyici yan ilimler de geliştirilmeli ya da zaten çok güzel bir gelenek olarak var olanlar araştırılmalıdır. Ancak bunlar bu yazının sınırları dışındadır.
Tekrar konumuza iman-amel, her insan kesiminde okuma ve anlama planında yaklaşalım ve ayetler ışığında tartışmamızı sürdürelim.
"Elif Lam Mim. İşte bu kitap; kendisinde hiç şüphe yoktur. Muttakiler için yol göstericidir. Onlar ki gaybe inanıp, namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar. Sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar; Ahirete de kesinlikle iman ederler. İşte onlar Rabblerinden bir hidayet üzeredirler ve umduklarına erenler işte onlardır." (2/1-6)
Kur'an-ı Kerim 'in başında yer alan bu ayetler, sanki Kur'an'ın anlaşılma anahtarı gibi, Fatiha suresinden hemen sonra konmuştur. Fatiha ile kalbinde, gönlünde, iman kapısı açılan insana bu altı ayet ile de Kur'an açılıyor, İslami bir hayat yolu açılıyor, ebedi mutluluk diyarı cennetin terminali gibi sanki.. Gerçekten terminalde gerekli işlemler yapılmazsa sizi trene, otobüse, uçağa, gemiye ve de hiç bir şeye bindirmezler, istasyon, liman ve garajlarda başı boş dolaşan insanlara benzersiniz. İstasyona, garaj ve limana herkes girebilir, çünkü kapısı açıktır. Ama önemli olan yol alabilmek için, trene, gemiye, uçağa ya da otobüse binmektir.
Kur'an'da hiç bir şüphe yoktur. Kesinlikle çelişkili, birbirini tutmaz sözler yoktur. Kur'an'da. Böyle bir kitap olan Kur'an muttakilere hidayet rehberidir. Evet çok önemli bir şart ile karşı karşıyayız. Kur'an yol gösterir; ama, sadece muttakilere. Ayetlerin devamını okumadan muttaki kavramı üzerinde düşünür, yorum yapmağa kalkarsak yanılıp çelişkiye düşebiliriz. Kur'an burada bize hemen bir metot veriyor; 'Kendin konuşmadan devamını oku.' Devamında görüyoruz ki, muttaki insan bütün özellikleriyle bize tanıtılıyor. Bu bağlamda ayetlere yeniden bakalım:
"...Kendisinde şüphe olmayan kitap muttakiler için yol göstericidir."
Kimdir bu muttakiler?
1- Gaybe inananlar
2- Salatı ikame edenler
3- Allah'ın kendilerine verdiği rızıktan infak edenler
4- Kur'an'a ve önceki kitaplara inananlar
5- Ahirete kesinlikle inananlar
İşte bu beş şartı taşıyan insanlar muttakidir ve Kur'an onlara hidayet rehberliği eder. Burada şunu hatırlatmayı yararlı görüyoruz Düzenli bir şekilde ve gerçekten anlamak için Kur'an üzerinde çalışan her Müslüman yukarıdaki beş şart çerçevesinde sürekli kendisini muhasebeye çekmelidir. Özellikle de infak konusunda. Şimdi konumuzla ilgili başka ayetlere bakalım:
"Onlara bir ayet getirmediğin zaman: Bunu da toplasaydın ya, derler. De ki: 'Ben, ancak Rabbi'mden bana vahyolunana uyuyorum. Bu (Kur'an), Rabb'inizden gelen basiretlerdir. Ve inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmettir." (7/203)
"Biz sana Kitab'ı indirdik ki, hakkında ayrılığa düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve inanan bir kavim için, yol gösterici ve rahmet olsun." (16/64)
"Her ümmet içinde, kendilerinden kendi üzerlerine bir şahit getirdiğimiz gün, seni de bunların üzerine şahit getirmiş olacağız. Sana bu Kitabı, her şeyi açıklayan ve Müslümanlara yol gösterici, rahmet ve müjde olarak indirdik." (16/89)
"Kur'an'ı sana farz kılan elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: 'Rabb'im kimin hidayete geldiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde bulunduğunu bilir. (28/85)
"İşte doğru yolu gösteren bu (Kur'an)dır. Rabb'lerinin ayetlerini tanımayanlar için çok kötü azap vardır." (45/11)
"Ey kitap ehli, elçimiz size geldi, kitaptan gizlediğiniz şeylerin çoğunu size açıklıyor, çoğundan da geçiyor. Gerçekten size Allah'tan bir nur ve açık bir kitap geldi. Onunla, Allah, rızasının peşinde gidenleri esenlik yollarına iletiyor ve onları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarıp dosdoğru bir yola iletiyor." (5/15, 16)
Öğretim süreci içinde izlenecek yöntem
1- Kur'an'daki surelerin iniş sebepleri ile birlikte, iniş sırasına göre okunması.
Burada önemli gördüğüm bir açıklama yapmak istiyorum: Kur'an okumaktan kastımız, anlamını bilerek okumaktır. Bu birkaç şekilde olabilir: Örneğin Kur'an dilini (Arapça) bilenler doğrudan Kur'an'dan, bilmeyenler kendi dillerine Müslümanlar tarafından yapılmış güvenilir çeviri (meal)lerden okumalıdırlar. Meal ile çalışanlar birkaç meal ve tefsirden karşılaştırmalı olarak tedrisat yaparlarsa verim daha yüksek olabilir. Ancak bir taraftan da Kur'an Dili'ni (Arapça) öğrenmeye çalışmak, vazgeçilmez bir görev olarak kabul edilmeli ve hemen bu işe başlanmalıdır. Arapça bilenler de Kur'an ile birlikte İslam tarihi, tefsir ve yardımcı olabilecek başka kitapları okumalıdırlar.
2- Kur'an'da ayetlerin birbirleriyle ilişkilerinin sağlanması.
Kur'an her zaman ve mekanda okunup, anlaşılması gereken bir kitap olduğundan, buna göre bir diziliş ve örgüye sahiptir.
Kur'an'ın bir yerinde bulunan bir ayet, başka yerlerdeki ayetlerle çoğu zaman ilişkilidir. Üzerinde durulan konunun daha iyi anlaşılabilmesi için bu ilişkilerin bulunması ve gerekli bağların kurulması yararlı olabilir.
3- Kur'an - Asr-ı Saadet ilişkisini görmek için o dönem tarihinin birinci planda Kur'an'dan olmak üzere, Kur'an ışığında diğer İslam tarihi ile ilgili güvenilir eserlerden okunması.
4- Çağımız toplumunun tanınması, çağımız olaylarının ayetlerle ilgisinin sağlanması.
Müslüman her zaman bütünüyle hayatın içinde olan bir insandır. Bu nedenle etrafında olup bitenlerden kendisini soyutlayamaz. O toplumda etken insan olmak zorundadır. Bu da insanların her yönü ile tanınması sayesinde mümkün olur. Müslüman sahip olduğu Kur'an bilgisi ile, çağdaş olayların ayetlerle ilgisini kurabilmeli ve olaylara Müslüman'ca damgasını vurabilmelidir.
5- Allah'ın evrende bulunan varlıklar için koyduğu yasalar (tabiat ve tabiat olayları) üzerinde sürekli düşünülmeli.
6- Kur'an birden fazla kişi tarafından birlikte okunmalı.
7- Kur'an öğretimi için gerçekten önemli bir zaman ayrılmalı ve bu zaman gerektiği gibi değerlendirilmeli.
8- Öğrenilen bilgiler hemen uygulamaya konulmalı.
9- Kur'an-ı Kerim'i anlamak için, tamamen O'na teslim olunması önceden sahip olunan peşin hükümlerin kafadan silinip atılması.
10- Mümkün olduğu kadar Kur'an öncesi ve Kur'an dışı bilgilerinin bir kenara bırakılıp, her şeyin yeniden Kur'an'dan öğrenilmesi, inanç ve düşüncelerin (akaid) buna göre şekillenmesi ve amellerin buna göre biçimlenmesi gerekmektedir.
"Andolsun biz, bu Kur'an'da insanlara, öğüt almaları için her meseli anlattık." (39/27)
[değiştir] Kur'an Bilgisinin Amacı
İslami terminolojide genel olarak ‘ilm’ ve ‘marife’ terimleriyle ifade edilen bilgi, daha ziyade bilen (özne) ile bilinen (nesne) arasındaki ilişki, yahut bilme eyleminin belli bir ifade şekline bürünmüş sonucu olarak anlaşılmıştır. Aynı şekilde sonuç olarak “bilinmiş” olduğu için bilginin malumat kelimesiyle de karşılandığı görülür. Bilenin, konuyu bütün yönleri ve alanlarıyla anlamasına, ‘ihata’, onu tam olarak kavramasına ‘vukuf’, aynı konuda derinleşip uzmanlaşmasına ‘rusuh’ denilmektedir. Bilginin kesinliğini ifade etmek için de ‘yakin’ kavramı kullanılır (İslam Ansiklopedisi, 1992: VI, 157).
Kur’an’da bilgi (ilim), en sık kullanılan anlamıyla ilahi vahiyden kaynaklanan yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. Burada kelime, tam manasıyla tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir gerçekliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim kesin bilgi demektir. İlahi mesaj insan bilgisine kılavuzdur. Öncelikle vahiy, muhatabı olan insanı düşünme ve bilme melekeleriyle donanmış olarak tasvir ettiğine göre bilme eylemini sevk edip yönlendiriyor olmalıdır. Dolayısıyla vahyedilmiş bilgi insanın bilme eylemini artık gereksiz kılan bilgiyi değil bu eylemi doğruya, iyiye, güzele ve daha mükemmele sevk eden nihai ve mutlak bir karaktere sahip olan ilke ve hükümleri ifade eder.
Yaşadığımız çevre ile aramızda çeşitli ilişkiler vardır. Bu ilişkilerin birisi tanıma ve bilme dediğimiz ilişkidir (Beheşti, 1988: 19). Bilgi edinme, insanın temel güdülerinden ve özelliklerinden birisidir. Temelinde ister yaşamak veya varlığını sürdürmek için doğayı ve çevresini tanımak ve eşyaya ve diğer varlıklara egemen olmak ihtiyaç ve arzusu, isterse Aristoteles’in söylediği gibi meraktan doğan fayda dışı doğal bir bilme eğilimi bulunsun, insanın, ortaya çıktığı andan itibaren her zaman ve her yerde bilgi ile ilgili az veya çok yoğun bir etkinlik içinde bulunmuş olduğu muhakkaktır (Arslan, 1999: 27). Bilgiden neler bekliyoruz? Bilginin fonksiyonu nedir? Bilginin işlevi gerçeği göstermesidir.
Eğer bir zihniyet bize gerçeği doğru bir şekilde gösteremez, onun aksini gerçek diye gösterirse, burada biz bu zihniyet tarafından aldatılmış ve kandırılmış oluruz. Yani bilginin değeri, gerçeğin kaynağı olması ve gerçeği göstermesindendir. Gerçekle irtibatlı olmayan kavrayış bilme değildir. Dolayısıyla tanıma konusunda kriterler doğru olmalıdır. Bunlar bize gerçeğin kaynağı olan bilgiyi elde etmek hususunda yardım ederler.
Eğer tanıma konusunda bunların üzerinde durulursa ve başarılo olunursa tanıma konusu ile ilgili temel hedef elde edilmiş olunur.
Farabi bilgiyi elde ediliş keyfiyetleri açısından ikiye ayırır: Birincisi, insanın başlangıçtan beri elde ettiği ilk bilgiler. İkincisi ise bu ilk bilgilerden düşünme, araştırma, çıkarım, öğrenim ve öğretim yoluyla elde edilen bilgiler (Alper, 2000: 113). Bilgi, hakikatleri bize oldukları gibi göstermelidir. İnsan bu sayede mutluluğun tadına varabilir. İslam mutluluğu hem dünya hem ahiret için hedef olarak koyar.
Resulullah’ın şöyle söylediği rivayet edilmektedir: “Kim âlim geçinmek, sefihlerle münâzara yapmak ve halkın dikkatlerini kendine çekmek gibi maksatlarla ilim öğrenirse Allah o kimseyi cehenneme atar” (Tirmizi, İlm, 6). Yani art niyetli kimseler İslam ile ilgili konuşmak isteyebilirler ancak niyetleri ıslah olmak ve etmek değil de bağcıyı dövmek ise böyle kimselerden uzak durmak gerekir.
Böyle kimselerle herkesin önünde tartışmak insanı popüler kılabilir ama alim kılmaz. Allah’ın ayetleri ile dalga geçilen bir yerden uzaklaşmak alimce bir tavırdır. Bilgiyi hamallık için değil davranışlarında olumlu değişiklikler göstermek için elde etmeye çabalayanlar için Rasulullah (s) şöyle der: “İlim talebi için yola çıkan kimse dönünceye kadar Allah yolundadır.” (Tirmizi, İlim 2; İbnu Mace, Mukaddime 17).
İbn Sina’ya göre peygamberin getirmiş olduğu temel prensibi, “bir” olan, her şeyi yaratan, mutlak kadir ve gizli ve açığı bilen bir tanrının mevcut olduğudur. Bu çerçevede din, bir tanrıya itaatin gerekliliğini, ona itaat edenleri mutlu bir sonun, karşı gelenleri de acı bir akibetin beklediğini ifade eder. Bu sayede vahyi veri, insanların Allah ve peygamberlerine itaat etmelerini amaçlamış olur (Alper, a.g.e, 165).
Vahyi bilgiyi gizlemek ise, onun hedefine aykırıdır (Bakara 2/159). Safha tespit edilebilir ancak bir kısmını sürekli gizlemek doğru değildir. Yahudilere Peygamberimiz’in Tevrat’taki vasıfları ve hükümle ilgili bazı âyetleri sorulduğunda bildiklerini gizlemelerini buna örnek verebiliriz. Onlar, karınları dolusu ateşten başka bir şey yemezler. Bu yüzden aldıkları bedeller, yedikleri şeyler, içlerinde gerçek bir ateş olacak, onları sürekli yakacaktır (Bakara 2/174). A. KUR’ANİ BİLGİNİN ALANI Peygamberlerin getirdikleri vahyi bilginin amacı, insanların öte dünya ve Yaratıcı’yı unutmalarına neden olan unsurları ortadan kaldırmaktır. Namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerin amacı da bu bilgiyi sürekli zihinlerde canlı tutmaktır. Böylece insanlar ahlaki olgunluğa erecekler, Allah’a yaklaşacaklar ve öte dünyada saadete kavuşacaklardır.
Bilgi elde etmenin hedefi, doğru olanı yakalamak ve bunu meşru araçlar ile yaygınlaştırmaktır. Bu sayede İslamî çabalar gelişerek ilerleyecektir. Mü’min, sonu cennet oluncaya kadar hayır işitmekten asla doymayan kimsedir (Tirmizi, İlim 19). Bu tür kimseler sayesinde toplum ıslah olacak ve Rabbimiz onları ateşin azabından koruyacaktır. Yararlı bir bilgiyi elde etme çabası, kaybettiği bir eşyayı bulmaya çalışan bir kimsenin çabası gibi olmalıdır (Tirmizi, İlim 19).
Bilgi edinmenin amacı, öğrenilen bilgilerle kulluk bilincini artırmaktır ve onunla amel etmektir. Demek ki aslolan insanların doğru yolu bulmalarıdır. Öğrenilen her şey bu amaca hizmet etmelidir. Dini ilimler ile direkt irtibatlı olmayan bilgiler edinilirken bile bunun insanları Allah’a yaklaştırmada nasıl kullanılabileceği dikkate alınmalıdır. Bundan kastımız bilimsel tefsir yöntemine yönelmek değildir. Ayetler ile birebir eşleştirmedikten sonra elde edilen insani bilgi vahye muhalif değilse dini bilinci artırıcı olabilirler. Kevni ayetler bu statüdedirler.
İnsanları dine davet ederken net tavırlı olmak demek her doğruyu hemen her yerde aktarmak demek değildir. Kur’an’ın bir defada indirilmemiş olmasının hikmetlerinden biri de bu olsa gerektir. Hz. Ali (r) demiştir ki: “İnsanlara anlayacakları şeyleri anlatın. Allah ve Rasulünün tekzib edilmelerini ister misiniz?” (Buhari, İlim 49). İnsanların ıslah olmalarını ancak aşama aşama sağlayabiliriz. Bazen aceleci olmak, iyi niyeti, kötü sonuçlara vardırabilir.
Bilgi edinme süreci, mümkünse sonraki nesli de kapsamalıdır. Gündelik bilgilere gark olmak uzun vadeli planlar yapmayı engeller. Halbuki yetkin bilgiye her zaman ihtiyaç duyulur. Böyle bir bilginin kullanılması da sahibini öldükten sonra da memnun etmeye devam edecektir: “İnsanlar ölünce üçü hariç amelleri kesilir: Sadaka-i câriye (bırakan), veya istifade edilen bir ilim (bırakan) veya kendine dua edecek sâlih evlat (bırakan).” (Müslim, Vasıyyet 14; Ebu Dâvud, Vesâyâ 10 ; Tirmizî, Ahkâm 36 ; Nesâî, Vesâya 8).
Bilgilenme esnasında seçici davranmak, doğal olarak “Acaba zararlı bilgi olur mu?” sorusunu akla getirmektedir. Bilinen şey kötü de olsa, önemli olan öncelikle neyin bilinmesi gerektiğidir. Bilinmesi gereken konularda bir önem sıralamasının yapılması gerekir. Aksi takdirde neyin ne zaman ve niçin öğrenileceği birbirine karışacak ve elde edilmek istenen sonuçtan uzaklara düşülecektir.
Örneğin Allah, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Sana doğan aylardan soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için de, hac için de vakit ölçüleridir. Bununla beraber iyilik, evlere arkalarından girmeniz değildir. Fakat iyiliğe eren, kötülükten korunan kimsedir. Evlere kapılarından girin, Allah’tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz.” (Bakara 2/189). Kur’an-ı Kerim, insanların doğru yolu bulması ve kurtulanlardan olmaları için gelmiştir. Bu nedenle Rabbimiz astronomi ile ilgili sorulan bu soruyu amaca hizmet edecek şekilde cevaplamıştır.
Soruyu soranın “Ay niçin ince bir iplik gibi başlıyor, sonra giderek büyüyor ve nihayet dolunay oluyor, sonra yine küçülmeye başlayarak ilk halini alıyor?” şeklindeki kastına iltifat etmemiş ve soruyu sorulması gereken şekilde ele alarak, o doğrultuda cevap vermiştir. Sonra aynı ayette, bu soru sorma tarzı “evlere arkalarından girmek” kabilinden bir şey olduğu vurgulanarak, gerçek iyiliğin “bu gibi şeylerle ilgili lüzumsuz, şu anda ve ileride bir fayda vermeyecek olan bilgilere sahip olmak değil, bilakis takva sahibi olmaktır” denilmiştir. Bu ifade de gerçek anlamla beraber kinaye de vardır.
Cahiliye halkının ihramda sergilediği bu anormal davranış bir ibadet olmadığı gibi; kinaye mânâsı itibariyle de Rasulullah’a gök bilimi sorusu sormak, hikmeti ve Allah’ın hükümlerini açıklayıp tebliğ etmek için gönderilmiş olan Peygamberi -hâşâ- bir gök bilimci ve Kur’ân’ı bir astronomi kitabı yerine koymak ve normal bilgilerin maksatlarıyla peygamberlik ilminin istediği şeyleri birbirinden ayıramamak, işe tersinden başlamak demektir. İşlere böyle tersinden başlamakla hayra erilemez. Zaten Kur’an-ı Kerim, bu tür soruların cevap zemini değildir.
Çünkü Kur’an-ı Kerim, bu tür ayrıntılı bilgilerden çok daha önemli bir görevi yerine getirmek için gelmiştir. Kur’an-ı Kerim, ne bazı saf bağlılarının sayfaları arasında aramaya kalkıştıkları ve ne de onun pozitif bilimlere karşı olduğunu ileri süren bazı düşmanlarının, ayetleri arasında maksatlı iddialarını belgeleyecek bir ipucu yakalamaya uğraştıkları bir astronomi, bir kimya ya da tıp kitabı olsun diye gelmiştir (Kutub, 1997: I, 283).
Sözünü ettiğimiz her iki zıt girişim de bu kutsal kitabın karakteri, görevi ve bilgi alanı konusundaki bir yanlış anlamanın göstergesidir. Onun ilgi ve bilgi alanı insan psikolojisi ve insan hayatıdır. Kur’an-ı Kerim’in amacı, varlık alemi ve bu alemle yaratıcısı arasındaki ilişki hakkında, insanın bu varlık alemi içindeki konumu ve yaratıcısı ile arasındaki ilişki konusunda zihinlerde genel bir düşünce oluşturmak, bu düşünceye dayanan ve akıl yeteneği dahil olmak üzere insanın bütün yeteneklerini ve enerji birikimlerini kullanma imkanı sağlayacak bir hayat düzeni kurmaktır.
Kurulan bu hayat düzeni doğrultusunda gelişme imkanı bulan insan aklı, insanoğluna bağışlanan imkanların sınırları içinde bilimsel araştırmalara, deneylere ve uygulamalara girişmek üzere serbest bırakılacak, akıl da bu yollardan giderek ulaşabileceği sonuçlara ulaşacak fakat bu sonuçlar doğal olarak ne nihai ve ne de mutlak nitelikte olmayacaktır.
Kur’ani bilginin çalışma konusu ve ilgi alanı insanın kendisi, insanın düşüncesi, inancı, duyguları, kavramları, davranışları, tutumları, ilişkileridir. Maddi bilimleri, bütün araç ve bölümleri ile maddi alemde gerçekleştirilecek bilimsel keşiflere ve icatlara gelince bu görev, insan aklına, insan tecrübesine, insan buluşuna, insanın varsayım ve teori geliştirme yeteneklerine havale edilmiştir. Çünkü insanın yeryüzündeki halifeliğinin temeli bu olduğu gibi yapısının karakteri de bu fonksiyona yatkındır.
Kur’an-ı Kerim ise insanın psikolojik yapısını, kişiliğini, vicdanını, aklını ve düşüncesini yapılandırmaya çalışır. Bunun yanı sıra insanın bu potansiyel yeteneklerini iyi bir şekilde kullanmasına uygun ortam sağlayacak olan sağlıklı bir toplum yapısı oluşturmaya gayret eder.
Bütün bilimsel, evrensel, biyolojik, psikolojik ve sosyolojik olayların nispeten daha büyük bir kesimini açıklayabilecek ya da problemlere daha ayrıntılı açıklamalar getirebilecek başka ve daha yararlı hipotezler, varsayımlar ortaya çıkana kadar geçerlidir. Bundan dolayı bu teoriler, bu varsayımlar değişmeye, başkalaşmaya, iptale ve eklemelere açıktır.
Hatta, eğer yeni bir keşif ve icat aracı bulunur ya da eski bilgi birikimini yeni bir açıdan yorumlayan değişik bir yaklaşım tarzı benimsenirse bu teori ve varsayımlar alt üst olmaya açıktır (Kutub, 1997: I, 286).
Bu ifade ettiklerimizden bilgi karşıtı bir söyleme sahip olduğumuz çıkarılmamalıdır. Bilginin bir kısmı vardır ki direk “kurtulanlardan” olmamız ile alakalıdır. Herkes var gücüyle onu elde etmeye çalışmalıdır. Diğer bir kısmı da vardır ki, elde edilmesi ilkinin hedefini gerçekleştirmeye yöneliktir ve öncelik sırası ikinci derecedir. Eğer ikincisi birincisinin önüne geçerse, kulluk hedefinden uzaklaşılır.
Bir de elde edilmesi mümkün olmayan bilgi peşinde koşmak söz konusudur ki bu çaba anlamsız ve vakit kaybıdır: “Sana o kıyameti soruyorlar, ne zaman kopacak diye. Sen nerede, onu anlatmak nerede?!” (Naziat 79/42-43). Bu konuda bilgi vermek Peygamber(s)’in görevi değildir. Kıyamet, eninde sonunda gelecektir. İnsanlar Allah’ın huzuruna toplanacak ve kısa çöp uzun çöpten hakkını alacaktır.
Kulluk bilincine sahip olanların “hesap” gününü hatırdan çıkarmadan yaşaması, hedeflerini dünya hayatı ile sınırlamaması gerekir. Bunun ötesinde kıyametin ne zaman kopacağı fazlaca bir öneme sahip değildir. Erken veya geç kopması kulun akıbetini değiştirmeyecektir. Bu konuda kafa yormak konu gayb ile ilgili olduğu için beyhude bir çabadan öteye geçemeyecek, zihinler yorgun düşecektir. Ruh hakkında daha fazla bilgi isteyenlere “bu konuda kendilerine pek az bilgi verildiği”nin (İsra 17/85) söylenmesi de benzer bir örnektir.
B. BİLGİYİ HAYATA UYGULAMAK
Müminler kendilerine bakmalı, kendi toplumlarını düzeltmeye çalışmalıdırlar (Maide 5/105). Doğru yolda olmanın, doğru yolu tutmanın esaslarından biri de, gücü yettiği kadar iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamaktır (Âl-i İmrân, 3/104). Hayırlı ümmet olmanın gereği budur (Âl-i İmrân, 3/110). Aynı şekilde müminlerden her kim bir kötülüğü görür ve değiştirmeye gücü yeterse onu eliyle, olmazsa diliyle değiştirmeli, buna da gücü yetmezse kalbiyle kınamalıdır. Şüphesiz ki, “Haksızlığa karşı susan dilsiz şeytandır.” Şeytan ise daima lanetlenmiş ve kovulmuştur.
Yani her ferd, kendi vazifesini bilir ve yapar. Müslüman toplum da bütün işleri itibariyle iyilik üzere bulunur, bizzat hidayet üzere gider, ferdî nefis fertliğinde, sosyal nefis sosyalliğinde hidayet ve iyiliğini muhafaza ederse, onlara kâfirlerin, müşriklerin, yabancı milletlerin sapıklıkları hiçbir zarar vermez. Rahmetli Malik Bin Nebi’nin dile getirdiği “sömürülmeye müsait olma” halinden uzak durmak gerekir, yoksa sürekli işgalcilerden bahsetmek pek bir anlam ifade etmeyecektir.
“Ben yapmıyorum ya, başkaları ne yaparsa yapsınlar” deyip de toplum işleyişiyle ilgilenmeyen ve onun düzelmesini görev edinmeyenler, kendi şahıslarında doğru yolu tutmamış ve yuları, şerli önderlerin ve sapık kişilerin ellerine teslim etmiş olacaklarından dolayı sorumlu olur, zarar görürler (Enfâl, 8/25). Bununla beraber kurtuluş ve toplumun hidayeti, kurtuluşun başlangıcı ve hidayeti de ferdîdir. Fertler doğrulunca toplum da doğrulmuş olur.
Toplumu ıslah etmek isteyen kişiler kendilerini de düzeltmeli, iyiliği emir ve kötülükten menetmeye kendilerinin de dahil olduğunu unutmamalıdırlar. Kendi işleri münker, kurtuluş ve hidayete muhtaç olan bir toplum da diğer bir toplumu düzeltemez. Başkalarını ıslah etmek veya onların zararlarından kendilerini korumak isteyen bir millet kendi iç işlerini de düzeltmeli ve kendi yolunu doğrultmalıdır. Bu yapılırsa, diğer bozuk olan bireylerin ve toplumların sapıklıklarından rahatsız ve sorumlu olmazlar. Onların zarar ve sorumlulukları sırf kendilerine ait kalır.
Kurani bilgiyi hayatlarında görünür kılmayanlar kitap yüklü merkeplere diğer bir deyimle ‘entel’lere benzemektedirler (Cuma 62/5). Ayrıca haber verilmesi ve açıklanması sahiplerini rezil edecek olan gizli sırlar veya sorulması edepsizlik ve terbiyesizlik olan münasebetsiz, faydasız veya mânâsız şeyler kabilinden haberlere ilişik sorular, yahut derinleştirilmesi, güç yetiştirilemeyecek birtakım meşakkatli teklifleri gerektirecek duyulmamış, işitilmemiş şeylerle ilgili sorular da Kurani bilginin hedeflerinden uzaktır (Maide 5/101).
Nitekim Hz. Ali’den rivayet olunduğu üzere “İnsanlar üzerine o Beyt’i haccetmeleri, Allah’ın bir hakkıdır” (Âl-i İmrân, 3/97) âyeti nazil olduğu zaman Rasulullah bir hutbe okumuş, Allah Teâlâ’ya hamd ve senadan sonra, “Allah üzerinize haccı farz kıldı” buyurmuştur. Esedoğulları’ndan Ukâşe b. Mihsan ve bir rivayette Süraka b. Mâlik de: “Her sene mi ey Allah’ın resulü?” dedi. Resulullah cevap vermedi, o da üç kere tekrar etti, bunun üzerine, “Hayır, fakat ‘evet’ demeyeceğime nasıl emîn oldun, vallahi ‘evet’ desem vacib olacaktı, vacib olsaydı dayanamayacaktınız, terk ederseniz de kâfir olacaktınız. Şu halde benim sizi terk ettiğim müddetçe siz de beni terk ediniz, sizden öncekiler hep çok soru sormaktan ve peygamberleriyle ihtilâf etmekten yok oldular. Bir şey emrettiğim zaman, gücünüz yettiği kadar tutunuz.
Bir şeyden yasakladığım zaman da çekininiz” buyurdu. Demek ki dinin aslıyla alakası olmayan konuları gündeme getirmek ve onlarla meşgul olmak insanı dinin hedefinden uzaklaştırmakta ve suni bir kulluğa yönlendirmektedir.
C. İBRET ALMA
İbret alma, eldeki verileri kullanarak kendi hayatımızdaki yanlışlardan kurtulmaya çalışma çabasıdır. Allah ibret alma konusunda müminleri ayetler üzerinde düşünmeye davet eder. “Düşünüp, aklını kullanan bir toplum için elbette âyetler, deliller vardır.” (Bakara 2/164) ifadesinde “âyât” kelimesi, açık alâmetler ve kesin deliller, karşısında ciddi olarak hiçbir söz söyleme ihtimali bulunmayan apaçık mucize demektir. Kur’ân’ın âyetlerine “âyet” denmesi de bu mâna ile ilgilidir.
Demek ki Allah Teâlâ’nın iki çeşit âyeti vardır:
1- İcad ve yaratılış kitabındaki, kainatındaki fiilî âyetler, 2- İndirdiği kitaptaki sözlü âyetler.
Bunların ikisi de Allah’ın zatına, sıfatlarına, hüküm ve iradesine delalet ettiklerinden dolayı “âyet” ismini almışlardır. Bu iki kitap ve bu iki çeşit âyet, karşılıklı olarak biri diğerinin işaretidir. Tam anlamıyla marifet; Allah tarafından indirilen kitabın sözlü âyetlerinden, yaratılış kitabının fiilî âyetlerini ve ondan Hak Teâlâ’nın zat ve sıfatlarını okuyup, anlamak, anladıktan sonra O’nun kanunlarına, emirlerine ve hükümlerine uymaktır.
İşte Kur’ân’ın sözlü ayeti, bize birçok fiilî âyetleri özetleyip göstererek bu evrenin olağanüstü değişikliğini, sürekli ve herkesi aciz bırakan bir nizamla icad edip düzene koyanın, yüce Yaratıcı olduğunu anlatır. Akıl ile ma’kulün; dış dünya ile zihnin uyum noktasında, her şeyin yöneticisi olan Allah, varlığını ve birliğini ortaya koyar. Bunu en değersiz ve en basit bir akıl duyar ve en yüksek akıllar, bunda ebedî bir tetkik ve müşahede gayesi bulur.
Netice olarak hiçbir akıl bu karardan dışarı çıkamaz. İşte Kur’ân, en yüksek ilim ve fen meselelerinin bu şekilde özünü alarak bütün seçkin insanların ve halkın açıklıkla anlayacağı derecede basitleştirip öğretir. İnanmak istemeyenler, hakkı hep acı diye kabul etmişler ve aklı, hakka ulaşmak için bir vasıta tanıyacak yerde onu, hakkı red ve iptal edebilecek acımasız bir silah gibi kullanmak isteyen zâlim müşriklerdir.
Yine dillerin, renklerin farklı farklı olmasında ibret alınacak çok şey vardır (Rum 30/22). Arab’ın dili başka, Acem’in dili başka, Türk’ün dili başka, Rum’un dili başka... Dillerin farklılığıyla birlikte aynı halkın çeşitli kabileler, gruplarının dillerinde de farklılık vardır.
Renk, beniz de böyledir. Kiminin beyaz, kiminin siyah, kiminin sarı, kiminin kırmızı olması ve her şahsın kendine has bir surette yaratılmasında da ibret vardır. Şüphesiz ki bunda, bu yaratma ve farklılıkta, bilgisi olanlar için âyetler (deliller) vardır.
Böylece ilim ehli olan âlimler bilirler ki; ilk olarak, bütün bu çeşitlilik ve farklılık, tabiatın akışını değiştirerek farklı tabiatlar yaratan Allah Teâlâ’nın kudretini gösterir. Ve bütün bu değişiklik içinde hepsinin düzenini koruyup idare etmesi de ilim ve sanatındaki olgunluk ve hikmetini gösterir. Ve bu hikmetlerden birisi de “Biz sizi birbirinizle tanışasınız diye halklara ve kabilelere ayırdık..” (Hucurat, 49/13) buyurulduğu üzere tanışmadır. Böyle çeşitli dilleri ve ırkları içine alan bir toplum meydana getirebilmek de ancak ilimle mümkün olabilir. Ve insanların simalarını bilmek de dilleri bilmek gibi önemli ilimlerdendir.
Kur’an, yediğimiz içtiğimiz şeylerden de ders almamızı ister. Rabbimizin verdiği nimetlere salt tüketim amacıyla bakmamızı istemez (Müminun 23/21).
İnananlar için hayvanlarda da muhakkak bir ibret vardır. Ağaç ve bahçeler de hep birer ibret olduğu gibi hayvanlarda ve özellikle en çok faydalanılan koyun, keçi, sığır ve deve cinsinde de ibret vardır ki, bundan habersiz olanlar o hayvanlar gibi ve belki daha şaşkındırlar. Muhakkak ki Allah’ın isyan eden toplumları cezalandırmasında da, sonrakiler ve azaptan kurtulanlar için bir düşünme vesilesi vardır (Hud 11/103).
Yani ibret alacak, ders alacak açık seçik noktalar vardır. Adam sen de, ben bugünümü geçireyim de sonra ne olursa olsun diye, ilerisini düşünmeyen, ahireti hatırına getirmeyen saygısızlar, bu gibi olayları kulların işlediği günahlarla ilişkili görmezler, tesadüflere ve tabiata yükleyip geçerlerse de cidden aklı ve izanı olan ve ahiret korkusu bulunan kimseler bunda ahirete bir delil bulacaklar ve bu dünyada yapılan zulüm ve haksızlıkların oradaki sonucunun korkunç olduğunu anlayacaklardır. İşte bu düşüncelerle Allah Teâlâ’nın azgınlara hazırladığı ahiret azabının ne kadar çetin, ne kadar korkunç olabileceğini tahmin edeceklerdir.
Sonuç
Kur’ani bilginin hedefi kulluk şuuruyla bir hayat sürmektir. Bu tür bir gayret Kur’an-ı Kerim’de övülmektedir: “Her günah çeken bir kimse, başkasının günahını çekmeyecek; yükü ağır basan, onun yüklenilmesine çağırsa da ondan bir şey yüklenilmeyecek, isterse bir yakını olsun. “Fakat sen ancak o kimseleri sakındırırsın ki, gaybda Rablerinin korkusunu duyarlar, namazı dürüst kılarlar. Arınan da sırf kendisi için temizlenir. Nihayet dönüş Allah’adır.” (Fatır 35/28). Cehennem azabından sakınabilmek için azaba götüren yolları bilmek ve onlardan uzak durmak, cennete ulaşabilmek için de “iyi kul” olmanın özelliklerini bilip hayatta bu bilgiyi samimi bir tarzda sergilemek gerekir.
Hz. Ömer, hedefe yönelik olmayan bilgiyi elde etmekte ısrarlı davranmamıştır. Ebben kelimesinin ne anlama geldiğini bilmediğini söylemiş, sonra da kulluk ile direkt bağlantılı görmediğinden manasını öğrenmek için çaba göstermemiştir. Çünkü ayetin bağlamından onun da bir nimet olduğunu rahatlıkla çıkarmıştır. Ayetin bağlamında Allah, insanoğlunun yiyeceği hakkında söz etmekte ve gökten yağmur indirdiğinin ve bununla tahıl, üzüm, zeytin, hurma... gibi doğrudan doğruya, yine hayvanlara otlak kılmak suretiyle de dolaylı olmak üzere insanoğlu için pek çok çeşit nimet çıkardığını topluca belirtmiştir. Dolayısıyla bunların detaylarını ve hangi maddeler olduklarını öğrenmek zorunluluk olarak algılanmamalıdır (Şatıbi, 1990: I, 45).
Kur’an, bilgilenirken bize öncelik sıralaması yapmayı ima etmekte, anlamsız ve sorumluluğu gereksiz yere artırıcı sorular sormaktan men etmektedir. Ameli bir sonucu olmayan herhangi bir meseleye girmek hüsnü kabul görmeyen bir konu ile uğraşmak demektir.
Burada kastedilen, şeriat tarafından istenilen kalbi ve fiili ameldir. Şâri olan Allah, kulluk sorumluluğu beklediği insanoğlunun faydasına olmayacak hususlara girmesine itibar etmemektedir.
Kuran(القرآن) ve kıraat ilmi: kuranın kıraati de mucizedir. kıraati özel bir ilim dalı olup ,tiyatral bir yetenek ister. çünkü geçmişte olana hadiseleri anlatırken şimdi ki zaman kipini kullanarak "yapıyor" demektedir. Bunu KARİYAN-I MEŞHURAN OKUDUĞU ZAMAN ANLARSINIZ .SİZE O SAHNEYİ VURGULAMAK İSTER.
[değiştir] Kuran kavramları:
Kuran adları: Kelamullah, Kitabullah, Furkan, Tenzil, Mushaf, Kitab, Nur, Ümmülkitap.
Kuran sıfatları: hak, beyan, zikir, kavlufasl, hüda, büşra, rahmet, hikmet, mevize, tezkire, şifa, mübin, mübarek, münir, aziz, mecid, azim, hakim, kerim.
Mekki-Medeni: Mekki 86, Medeni 28. Medeni sureler Bakara, ali imran, enfal, ahzab, maide, mümtahine, nisa, zilzal, hadid, muhammed, rad, rahman, dehr, talak, beyyine, haşr, nasr, nur, hac, münafikun, mücadele, hucurat, tahrim, cuma, tegabun, saf, feth, berae.
mukabele: Ramazanda Kuran'ın ezberden karşılıklı okunması.
kurra: Kuran'ın hepsini ezberleyen.
vahiy katipleri: Zeyd ibn Sabit başkanlığında Ömer, Osman, Ali, Talha, Sad, Ebu Derda, mikdad, Übey ibn Kab, Ebu Musa el-Eşari, Abdullah ibn Mesud.
camiülkuran: Osman.
Kuran'ın cemi: Birincisi Peygamber zamanında, ikincisi Ebubekir, üçüncüsü Osman zamanında.
Ebul Esved Düeli: Kuran'a ilk nokta ve hareke işaretlerini ekleyen.
İmam Halil: Hemze ve şeddeleri Kuran'a ekleyen.
ayet: en az bir kelimeden en çok bir sayfaya kadar olan başı sonu belli birim.
sure: ayetlerden meydana gelen bölüm.
cüz: Kuranı oluşturan 30 cüzdür ve her cüz 20 sayfadır.
hizib: Bir cüzdeki her beş sayfa. Kuran ilimleri: aksam-yemin, fezail-faziletler, garib-az kullanılan kelimeler, emsal-meseller, esbab-sebepler, nüzul-iniş, icaz-eşsiz, kıraat-okuma, kısas-kıssalar, muhkem-açık, müteşabih-kapalı, müşkil-mana farklılığı, mensuh-hükmü kalkmış, nasih-hükmü kaldıran, vakf ve ibtida-soluklanma, vücuh-eşanlamlılık, nezair-birkaç kelimenin aynı manada kullanılması.
muavvizateyn: Felak ve Nas sureleri.
hat: Kuran yazısı. İlk şekli Hire, sonra Kufi, Sülüs, Nesih.
Kuran içeriği: Tefekkür, inanç ve ibadet, helal ve haram, kıssalar.
Kuran'ın namazda okunması: Arapça okuyamayanların kendi dilinde okuyabileceği Hanefi mezhebinde belirtilmiştir.
tefsir: Örtülü manaları açıklamak. Ayetlerin iniş sebebini, anlamını, fıkıhtaki hükmünü açıklamak.
meal: Ayetlerin anlamını bir başka dile çevirmek.
tevil: Muhtemel mananın asla uygunluğu.
abdest: Kuran abdestsiz tutulmaz.
Darülkurra: Kuran ilimleri okulu.
[değiştir] Kaynaklar
- Muhammed Hamidullah, Kur'an Tefsiri
- Zekiyüddin Şaban, Usulü'l-Fıkh, Terc. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara 1990, s. 46-47
- İbn-i İshak, Es-Sire
- İbn-i Sa'd, Tabakat
- Mes'udi, Mürucü'z-Zeheb
- İslam Ansiklopedisi , TDV Yay., İst., 1997
- Beheşti, Bilmek, Çev: İbrahim Keskin, İst., Bir Yay., 1988
- Arslan, Ahmet, Felsefeye Giriş, 4. bs., Ankara, Vadi Yay., 1999
- Alper, Ömer Mahir, Akıl-Vahiy Felsefe-Din İlişkisi, İst, Ayışığı Yay., 2000
[değiştir] Dış bağlantılar
- http://www.kuran.gen.tr - 21 Dilde Kur'ân-ı Kerim Meali
- http://www.kelamullah.com Kur'ân ve Ehl-i Sünnet Sayfaları
- Multiple Translation of the Qur'an
- İnteraktif Okuma Web Sitesi
- Kur'an Nesli Web sitesi
- http://www.gercekislam.com
- Hat Sanatı
- Kur'an Sure ve Ayetlerinin sayısal yapısı